<$BlogMetaData$

17 May 2006

Teslim Ol Morrissey!*


Siyasal eğilimlerin hiçbir zaman olmadığı kadar aşırılaştığı geçtiğimiz yüzyılda, eserleriyle büyük beğeni toplamış bir çok sanatçının dünya görüşlerinin yer yer ürünleriyle bağdaşmayacak kadar faşizan, mütehakkim ya da saldırgan olduğuna sık sık rastlanır. Mussolini faşizmine duyduğu hayranlığı İkinci Dünya Savaşı yıllarında faşizm propagandası yapacak boyutlara vardıran Amerikalı şair Ezra Pound ya da daha geçen sene çıktığı bir televizyon programında “Allah Türk’ü üstün yarattı” diye kestirip atan İsmet Özel, mevzuubahis sanatçı kafa karışıklığı ya da tutarsızlığından söz açıldığında akla gelen isimlerden bazıları... En azından belirli bir dönem sanat dünyasına yaptıkları katkılar su götürmeyen bu kimseler, sağ siyasetin ezelden beridir kitleleri oyalamak için faydalandığı ırk, vatan, bayrak gibi imge ve kavramlara sahip çıkmaktan, hatta zaman zaman ürünlerini bile bunlarla bezemekten imtina etmediler. Bereket versin ki sanatın, devlet ya da sermayenin yardakçılığını üstlenmesinin zararlarına uyanan aklıselim bir alıcı kitlesi, bu tür eğilimler gösteren ‘yaratı insanlarını’ layık oldukları bir biçimde yerin dibine geçirmekte fazla gecikmedi.

Rock müzik de nispeten kısa olan geçmişinde, önyargılarını ya da oturmamış siyasi görüşlerini şarkı sözlerine ve demeçlerine taşımaktan herhangi bir rahatsızlık duymayan ‘star’lardan nasibini aldı. Bu bağlamda son solo albümü “Ringleader Of The Tormentors” 4 Nisan’da piyasaya çıkacak olan Morrissey’in özellikle The Smiths’in dağılmasını takip eden solo kariyeri boyunca geçirdiği liriksel ve politik evrimin, rock müzik, siyaset ve kitle psikolojisi arasındaki etkileşime dair oldukça ilginç sonuçlar ortaya koyduğunu söylemek mümkün.

Yalnızlık ve sevgisizliği rock tarihinde belki de ilk kez bu kadar ironik ve etkili bir biçimde şarkı sözlerinde dile getiren Morrissey, bestelerin bir çoğunu üstlenen gitarist Johnny Marr’la yakaladığı olağanüstü müzikal uyum sağolsun, The Smiths bünyesinde Britanya’ya The Beatles’dan sonra belki de en verimli pop grubunu kazandırmayı başarmıştı. Grup 1987’de dağıldığında geriye dört yıl gibi kısa bir süreye sığdırılabilmiş dört klasik stüdyo albümü ve iki de gayri-ticari derleme albüm bırakmıştı. Bu dönemde gerek müzikal gerekse liriksel açıdan kariyerinin en iyi meyvelerini veren Morrissey, özellikle “Meat Is Murder” ve “The Queen Is Dead” albümlerinde kendisini öncelikli olarak meşgul eden varoluşsal kaygılarının yanında Britanya toplumunu yüzyıllardır gütmekte olan kraliyet, kilise, okul gibi iktidar kökenli baskı aygıtlarına giydirmek suretiyle dinleyicilerinin karşısına yer yer hayli politik bir figür olarak çıkıyordu.

Ancak eşzamanlı olarak sözlerinde dile getirdiği bazı muhafazakar ya da saldırgan unsurlar, Morrissey’in muhalefetinin tutarlılığından ya da samimiyetinden bahsetmeye engel oluyordu. The Smiths’in, güçlü, ‘soylu’, ‘saf’ (haliyle beyaz) bir Britanya İmparatorluğu’na olan özleminin hakim olduğu “Still Ill”, “Panic” ve “A Rush And Push And The Land Is Ours” gibi parçaları, nostaljiyle karışık Morrissey muhafazakarlığının ilk ve en nadide örnekleri olarak öne çıkıyordu. “Panic” aynı zamanda İngiltere’de iki seneye kadar ortayı kasıp kavuracak bir dans müziği kültürünün filizlerinin yolunması şeklinde de yorumlanabilecek “Disco’yu yık! Dj’i as!” bölümünü de içeriyordu. 1986 Eylül’ünde Melody Maker’ın kendisiyle yaptığı bir röportajda Morrissey ucuz bir dans müziğinden ibaret görerek nefret ettiğini belirttiği siyahi popüler müziğin yanında reggae’yi de dünyanın en ırkçı müziği olarak tanımlayınca, bağımsız müzik basınının ve bir çok dinleyicisinin de tepkisini çekmeye başlayacaktı. Görünen o ki, Afrikalıları ‘vatan’larından ederek köleleştiren bir geleneğin üzerine kurulu bir imparatorluk söz konusu olduğunda nostalji damarı kabaran Morrissey, aynı nostaljiyi müziğinin siyahi kökenlerine karşı duymuyor, yaptığı işin mazisini reddedercesine 1960’lar ve 1970’lerin büyük müzisyeni ve sıkı muhalif figürü Stevie Wonder’ı bile nefret listesine eklemekten çekinmiyordu.

Morrissey, The Smiths’in dağılmasından sonra çıkarttığı ilk albüm olan “Viva Hate”te de ‘öteki’lere ‘mesafe’yle yaklaşmayı sürdürdü. “Bengali In Platforms”’da geçen “buraya [İngiltere] ait olanların işi zaten yeterince zor” sözleriyle, tren beklerken gördüğü Bangladeşli’ye adeta Huntington’vari bir edayla “sen yoluna, ben yoluma..” diyordu. Açık olan bir şey varsa Morrissey’in batı medeniyetinin asırlar boyunca mustarip olduğu tikel ve tümel, ruh ve beden ayrımı gibi sonu ‘öteki’ne zulme varan bir takım illetlerinden nasibini ziyadesiyle almış olduğuydu. Belki de öncelikli olarak nispeten yakın çevresine, oradan da ‘yabancı’lara uzanan, Richard Sennett’in deyimiyle modern şehir insanına özgü bir “dokunma korkusu”ndan mustaripti. Oscar Wilde ve Charles Baudelaire gibi romantiklerin etkisinde, liriklerinde sık sık karşı koyduğu modernitenin vazgeçilmez bir davranış biçimi olarak üzerinden silkip atamadığı ‘mesafe’, Morrissey’in lirikleri ve politik tavrının çelişik ve yer yer mütehakkim bir biçimde şekillenmesinde önemli bir rol oynuyordu. Irkçı olup olmadığı tartışılabilirdi, ancak bu noktada Morrissey’in politik duruşuna akıl erdirebilmek oldukça zorlaşmıştı.

Alternatif müzik basını ve aklıselim Morrissey dinleyici kitlesinin sabrını taşıran son damla ise Morrissey’in 1992 yılında Finsbury Park’ta verdiği konserde sahneye beline bir Büyük Britanya bayrağı dolamış olduğu halde çıkıp “National Front Disco” şarkısını söylemesi oldu. National Front ırkçı bir İngiliz partisiydi ve sahnenin arka fonunda şarkıda bahsi geçen National Front’a katılıp bir sokak çatışmasında ölen genç adamın bir resmi yer almaktaydı. Anlaşılacağı üzere şakaya gelmesi pek de mümkün olmayan bu durum karşısında Morrissey bol miktarda dinleyici ve destekçi kaybederken, tartışmalı her liriğini ya da demecini ironiye yormaya pek meraklı bir hayran kitlesi bile kendisini savunacak bir gerekçe bulmakta oldukça zorlandı. Sanki bütün dünya Morrissey’in meçhul bir sebepten ötürü yapmadan duramadığı vatan, ırk ve bayrak konulu atıfların saldırgan herhangi bir unsur taşımayan ironik göndermelerden ibaret olduğunu kabul etmek gibi bir yükümlülük altındaydı. Ve Morrissey Muhafazakar Parti’nin Britanya’da en uzun aralıksız iktidarlarından birini yaşadığı politik açıdan son derece sakat bir dönemde lafına sözüne eskisi kadar olmasa da itibar edilen bir ‘rockstar’ olarak ‘olayının’ ne olduğunu belli etmek gibi bir sorumluluk taşımıyordu. “Mozzergate” adıyla da anılan bu olay sonrasında Morrissey’e gösterilen en anlamlı tepkilerden biri ise, Pakistan kökenli ve beyaz İngilizlerden oluşan Cornershop grubunun üyelerinin, Morrissey’in plak şirketi Parlophone’un kapısında posterlerini yakmaları oldu.

Mozzergate skandalından sonra müzik basınıyla arası iyice açılan Morrissey uzun bir aradan sonra 2004’te çıkardığı “You Are The Quarry” albümündeki “Irish Blood, English Heart” şarkısında “İngiliz bayrağının yanında durmanın ırkçı ya da yanlı bir şey olmadığı bir zamanı hayal ediyorum” derken, kendisini yerden yere vuran bağımsız müzik basınına yaptığı hareketten pişman olmadığı mesajını veriyordu. Yine aynı şarkının sözlerinde uzlaşmacı kapitalist kültürün en aşırı örneklerinden biri niteliğindeki Britanya özelinde burjuva demokrasisinin monarşiyle olan geleneksel flörtüne giydirse de Morrissey, bir süredir içinde bulunduğu Los Angeles gurbetinin verdiği gazla da olsa gerek nostaljiyle karışık milliyetçiliğinden tamamıyla vazgeçemiyordu. “İrlanda kanı, İngiliz yüreği” bileşiminin mucizelerinden dem vuran Morrissey, vatanı ve budununun ona ‘bahşettiğine’ inandığı özellikleriyle gurur duymayı sürdürüyor ve görünürdeki iyi niyeti ya da ‘akıllanmışlığına’ rağmen, vatan, kan ve bayrak formülüne sözlerinde yer vermekte herhangi bir sakınca görmüyordu.

Ebedi hayranları aksini iddia ededursun, “Seks İsyanları”’nda Simon Reynolds ve Joy Press’in on yıl öncesinden tespit ettikleri gibi, Morrissey “narsizmin ıssız adasında yaşamayı tercih eden [eski büyük grupların üyesi bir çok asi gibi] kaçınılmaz olarak yozlaşıp kendi kendisinin parodisine dönüşüyor” (1996; 173-4). Önümüzdeki ay çıkacak olan albümü, dinleyebildiğimiz kadarıyla gerek müzik, gerekse sözlerin kalitesi açısından The Smiths günlerini fersah fersah aratıyor. Anlaşılan o ki, Morrissey rock yıldızlarının bir anlamda kaderi olan “isyandan teslimiyete” geçiş sürecini oldukça hummalı bir biçimde yaşıyor.

*Bant - Nisan 2006

0 Comments:

Post a Comment

<< Home