<$BlogMetaData$

17 May 2006

Müzik Endüstrisinden Uhrevi Bir Kaçış: Talk Talk*

Popüler müzik endüstrisinin hiçbir zaman olmadığı kadar vahşi ve ucuz bir kar mantığıyla hareket ettiği, alternatif müzik basınının neredeyse çöktüğü bugünlerle karşıltırıldığında, 1980’lerde popüler müziğin, işin ehlince yapıldığını gözlemlemek pek de zor olmaz. The Specials, The Jam, Human League gibi isimlerin listelerde bir numaraya kadar yükselebildiği, kendine özgü bir pop soundunun oluşmasına önemli katkılarda bulunanlar arasında David Sylvian’lı Japan’in, Julian Cope’lu The Teardrop Explodes’un, David Byrne’lü Talking Heads’in de olduğu bir dönemi bir kalemde geçmek kolay değildir. Zira bunların hepsi zamanla popüler müziğin ötesinde, sanatsal yanı ağır basan bir müzikal yaratıcılık alanında kendilerine ifade olanağı bulmuş isimlerdir. Belki de günümüz popçularıyla karşılaştırıldıklarındaki bariz üstünlükleri, harcıalem olan ile marjinal olanı aynı kariyer içinde başarıyla kotarabilmelerinden ileri gelmektedir.

Bu gruba giren figürler içinde en ilginçlerinden bir tanesi de kanımca yeterince kadri bilinmemiş İngiliz müzisyen Mark Hollis ve özellikle de 1980’lerdeki grubu Talk Talk’tur. 1955’te bir Kuzey Londra semti olan Tottenham’da doğan Mark Hollis, Brighton’daki Sussex Üniversitesi’nde devam ettiği çocuk psikolojisi eğitimini 1977’de yarıda bırakır ve yalnızca müzikle ilgilenmeye karar vererek Londra’ya döner. O yıl kurduğu The Reaction grubuyla Hollis, 1970’lerin proto-punk gruplarından Eddie and the Hot Rods’un prodüktörü olan ağabeyi Ed Hollis’in de yardımıyla Island’dan I Can’t Resist adlı bir single çıkartmayı başarır. 1982’de Talk Talk olarak bir remixini yeniden piyasaya sürecekleri Talk Talk adlı parçaları ise Beggars Banquet’ten 1978’de çıkan Streets adlı toplamada yer alır. Her iki plak da döneme, punk ile birlikte damgasını vurmuş mod akımı (british mod revival) dahilinde değerlendirilmiş olup, meraklılarınca halen karış karış aranmaktadır.


The Reaction’ın 1979’da dağılmasından sonra yaptığı yeni besteleri davulda Lee Harris ve basta Paul Webb ile birlikte icraya girişen Hollis, klavyeci Simon Brenner’ın da katılmasıyla yeni grubunu Talk Talk adıyla 1981’de resmen kurar. Island’dan çıkan demolarıyla EMI’nin ilgisini çeken grup, aynı sene içinde plak şirketiyle anlaşır. Böylece 1980ler boyunca sürecek hummalı bir sanatçı-endüstri ilişkisinin temelleri de atılmış olur. 1982 tarihli “The Party’s Over” albümleri arifesinde EMI’nin, yeni romantikler (new romantics) akımının ticari başarısının sarhoşluğu içerisinde adeta üstüne atladıkları grubun başına peyda ettikleri Duran Duran prodüktörü Colin Thurston, Talk Talk’u yeni romantiklere dahil etmek için elinden geleni ardına komaz.

The Party’s Over 250.000 satarak bir ilk albüm için gayet tatmin edici bir ticari başarı elde etmiş olmakla birlikte Mark Hollis ve ekibi, altyapısıyla halet-i ruhiyesinin pek de uyuşmadığı müziklerinin bir kısım medya tarafından “pop dehası” olarak nitelenmesine kolay mana veremezler. Pazarlamada sınır tanınmamaktadır. Buna ek olarak, Hollis’in Simon Le Bon’dan farklı olarak frapan sahne kıyafetlerinden ve makyajdan fazla haz etmemesi, müzik endüstrisi ile arasının hiçbir zaman süt liman olamayacağına alamettir.

Hollis’in ticari ve popüler olana doğal bir nevi muhalefet üzerinden şekillenen tavrı, 1984 tarihli It’s My Life albümlerinin kayıtları öncesinde synthesiserları grubun müziğinin merkezinden çıkartma kararında kendini gösterir. Simon Brenner’ın yerini alan Tim Friese-Greene, klavyeler ve diğer bazı vurmalı enstrümanların yanında It’s My Life’ın prodüktörlüğünü de üstlenir ve zaman içinde Talk Talk’un popülerden marjinale geçiş sürecinin Mark Hollis ile birlikte en önemli mimarı olur. Bir prodüktör olarak Talk Talk’a katkıları, George Martin’in Beatles’a, Gary Katz’ın Steely Dan’e ya da Brian Eno’nun Talking Heads’e olan katkılarıyla rahatça aşık atabilecek nitelikte olan Greene grubun gizli dördüncü elemanı sıfatını ziyadesiyle hak etmektedir. Greene’in gruba getirdiği yeni soluk, It’s My Life’ın singlelarından “Dum Dum Girl”, halen Türkçeye çevrilmemiş 1970’lerin kült romanı, Luke Reinhart’ın The Dice Man’ine göndermelerle dolu “Such A Shame”, No Doubt sağolsun artık memleket rock bar repertuarlarında bile yerini almış “It’s My Life” ve özellikle de “Does Caroline Know?” gibi parçalarda kendini hissettirir. Büyük ölçüde bir müzikal geçiş dönemini temsil eden albüm, barındırdığı bütün popüler unsurlara karşın Britanya’da The Party’s Over’dan bile az satmakla birlikte kıta Avrupası’nda altın plak unvanı alır, ABD’de de yabana atılmayacak bir satış grafiği yakalar.

Talk Talk’un popülerlikle sanatsallık arasındaki hassas dengeyi büyük bir ustalıkla kotardıkları, ticari açıdan bakıldığında en başarılı albümleri hiç şüphesiz 1986 tarihli The Colour Of Spring’dir. It’s My Life’ın genel başarısı üzerine EMI gruba yeni albümleri için daha geniş bir bütçe ve daha çok prova zamanı ayırır. Sonuç olarak ortaya synthesiserların yerini Hollis ve Greene’in piyano, eski Traffic elemanı Steve Winwood’un da orguna bıraktığı yoğun ve güçlü bir sound çıkar. Yer yer mellotron, soprano saksafon ve harmonika sololarıyla da bezenmiş The Colour Of Spring, Talk Talk’a ve özellikle de Mark Hollis’e daha ilk albümden itibaren kısıtlayıcı gelen elektronik bir temelden neredeyse tamamen akustik, organik bir döneme geçişi simgeler. Nitekim, Hollis bu dönemde verdiği bir röportajda ilk dönemlerinde müziklerinin elektronik bir altyapıya sahip olmasının bütünüyle ekonomik nedenlerden kaynaklandığını, maddi olnakları kullanabildikleri derecede akustik müziği tercih ettiklerini söyler.

Çocuklara karşı şiddet ve savaşın bir eleştirisi niteliğindeki açılış parçası “Happiness Is Easy”de, Lee Harris’in funky davullarına Paul Webb’in eşlik ettiği hüzünlü bas girişiyle adeta melankolik bir Sexual Healing yorumuymuş izlenimi uyandıran ironik bir kontrast hakimdir. Nakaratların bir bölümünde kullanılan çocuk korosunun şarkının duygusal yoğunluğuna katkısı, progresif müziğin mekanize çocukları Pink Floyd’a parmak ısırtacak cinstendir. Tennessee Williams oyunu Arzu Tramvayı’nın kahramanlarından Blanche’a göndermede bulunan, albümün ilk single’ı ve tüm zamanların en iyi pop şarkılarından biri olan “Life’s What You Make It” İngiltere’de en çok satan 45’likler listesinde ilk 20’ye girerek hak ettiği mertebeye ulaşır; şarkının bir yorumunun seneler sonra Fatih Akın tarafından Duvara Karşı’nın son sahnesinde kullanılması biz sevenlerini ziyadesiyle duygulandırmıştır. Steve Winwood’un orgda döktürdüğü “Living In Another World” ve albümün ikinci single’ı “Give It Up” The Colour Of Spring’in yine en güçlü parçalarından ikisidir. “April 5th” ve “Chameleon Day” gibi daha sakin parçaları ise, ilk bakışta albümün genel çizgisiyle uyumsuz görünmekle birlikte Talk Talk’un ilerleyen yıllardaki müzikal yaklaşımının ipuçlarını vermektedir.

Söz konusu yaklaşım, Hollis ve Greene ikilisinin yarattıkları temel birtakım melodileri farklı bir grup müzisyenin katkılarıyla geliştirmelerinin ardından yine kendilerinin aranje etmelerinden ibarettir. Kökeni free-caz ya da krautrock geleneklerine giden bu emprovizasyon bilinci, 1986’dan itibaren Talk Talk’un müziğine damgasını dönüşü olmayacak bir biçimde vurur. Dördüncü albümleri Spirit Of Eden’ın üzerinde çalıştıkları iki buçuk yıl boyunca grup, EMI’yi kayıtlarla ilgili herhangi bir biçimde bilgilendirmez. Spirit Of Eden 1988’de tamamlandığında Hollis daha da ileri giderek, bir hayli uzun ve karmaşık parçalardan oluşan albümün öncesinde bir single piyasaya sürmeyeceklerini ve bir çok konuk müzisyenin çaldığı parçaların altyapısının, grubun konsere çıkmasını mümkün kılmadığını EMI yetkililerine bildirir. Muhafazakar İngiltere’nin müzikal organı olarak da görülebilecek EMI, 1977’de kovdukları Sex Pistols’ın müzik endüstrisini yerden yere vurdukları EMI adlı şarkılarından beri en sağlam ayarını bu vesileyle Talk Talk’tan aladursun, dünya çapında 1,000,000’un üzerinde satan The Colour Of Spring’in ticari başarısının devamının beklentisi içinde olan plak şirketi bu durum karşısında küplere biner ve Spirit Of Eden’ı bir alt markaları olan Parlophone etiketiyle çıkartmayı caiz görür.

Spirit Of Eden gerçekten de kar mantığından fersah fersah uzak mevkilerde seyreden bir albümdür. Talk Talk, The Colour Of Spring’de kendilerini tüketircesine en iyi örneklerini verdikleri popüler şarkı altyapısından The Spirit Of Eden’da alabildiğine uzaklaşır. Kategorize etmenin oldukça zor olduğu bu ‘diriliş’ döneminde Talk Talk, sessizliği belki de ilk kez müziğin içine katan empresyonistler Satie ve Debussy’den, John Coltrane ve Pharoah Sanders’ın mistik, free-jazz’a geçiş dönemlerine, Robert Johnson ve John Lee Hooker’ın çiğ blues-gitar ‘riff’lerinden, Can ya da Brian Eno’nun 1970’ler boyunca inşa ettikleri bir nevi rock’n’roll minimalizmine uzanan fevkalade geniş bir esinlenme sürecine girer. Bununla birlikte, Spirit Of Eden’da Talk Talk gerçekten de esinlendikleri müzisyenlerin hepsinden farklı, yepyeni bir konumda durmaktadır. Sonuç, caza da, rocka da, klasik müziğe de neredeyse eşit mesafede, kendine özgü, melez bir müziktir. Özentilikten uzak, son derece samimi ve yoğun bir melankolinin hakim olduğu altı parçada Mark Hollis’in inişli çıkışlı vokalleri, dinleyenin içini acıtacak kadar keskindir. Albümün en vurucu parçalarından biri olan “Desire”da Hollis manik bir patlamayla “That ain’t me babe” (O ben değilim) diye haykırırken, sanki grubun geçmiş dönemlerinden sıyrılışını ve yeniden doğuşunu dile getirmektedir.

Öte yandan Hollis’in müziğinde ve sözlerinde, The Colour Of Spring albümünden başlayarak kendini gösteren uhrevi unsurlar, bu albümle birlikte giderek öne çıkmaktadır. Spirit Of Eden (Cennetin Ruhu)’ın adından, Suffolk yakınlarında terk edilmiş bir kilisede kaydedilmiş olmasına kadar bir çok ayrıntı, bu bağlamda oldukça anlamlıdır. O kadar ki, John Coltrane’in kendi aşkın duygularının bir ifadesi olarak gördüğü 1964 tarihli “A Love Supreme” albümüyle Spirit Of Eden’ı koşutlamak, sanırım benzerliği abartmak olmaz. Ayrıca, Hollis’in de Coltrane gibi bir dönem eroin bağımlısı olduğunu not etmek, benzerliğin boyutları açısından faydalı olacaktır. Nitekim, Spirit Of Eden’ın en güzel parçalarından “I Believe In You” eroin bağımlılığını ele almaktadır.

Hollis ve ekibi, tıpkı indie rock’un önemli ismi My Bloody Valentine’ın 1991’de Loveless albümleriyle yapacaklarına benzer bir biçimde, iki yıla yakın bir zaman ve ufak çapta da bir servet harcadıkları Spirit Of Eden’ı piyasaya sürmeyi başarmışlardır. Sinemada John Cassavetes’in Hollywood yapımlarında aktörlük yaparak kazandığı parayı bağımsız filmlerini çekebilmek için kullanması gibi, onlar da Spirit Of Eden’da, popüler/ticari dönemlerinde elde ettikleri kazanç ve bağlantılarla sanatsal özgürlüklerini neredeyse tamamen kullanma olanağını elde ederler.

Ancak Talk Talk, Spirit Of Eden ile birlikte bu tür pragmatik bir ayakta durma stratejisinden iyice uzaklaşır. Özellikle bağımsız müzik basını tarafından son derece olumlu eleştiriler alan Spirit Of Eden, beklendiği üzere önemli bir liste başarısı gösteremez. EMI, Talk Talk ile ilişkileri zaten kopmaya yüz tutmuş iken, kendilerinin iznini almadan “I Believe In You”nun kısaltılmış bir versiyonunu single olarak piyasaya sürer ve ardından da grupla olan ilşkisini tek taraflı olarak sona erdirir. Grup kontrat ihlali gerekçesiyle EMI’den davacı olur ve uzunca bir süre sonunda davayı kazanır. Basçı Paul Webb’in ayrılmasından sonra diğer grup üyeleri Polydor ile anlaşırlar ve bir sonraki albümleri “Laughing Stock”, 1991’de bu kez bir Polydor alt markası olan Verve’den piyasaya çıkar. Bu arada EMI, Spirit Of Eden’ın zararlarını karşılamak için 1990’da yine gruba danışmadan bir toplama albümlerini yayımlar. “It’s My Life” singleları tekrar piyasaya sürülür ve İngiltere’de bir numara olur.

Talk Talk’un o sıralarda minimalizmi ve emprovizasyonu daha da ileri götürdüğü “Laughing Stock” albümlerinin kayıtlarıyla iştigal ettiği düşünülecek olursa, bu durum hakikaten de çok ironiktir. Zira, “Laughing Stock” müzikal açıdan popüler olma ihtimali en az “Spirit Of Eden”dakiler kadar az altı parçadan oluşan, sanatsal kaygılar taşıyan, marjinal bir albümdür. Ambient müziğin yeniden şekillendiği bir dönemde açılış parçası “Myrrhman”, Brian Eno’lu Roxy Music’in analog-elektronik altyapısına bir nevi akustik gönderme gibidir. Yine dinsel temaların ağır bastığı “Ascension Day” grubun kariyerinde yaptığı en sert parça olarak ön plana çıkarken, gitarlar çağdaşları birçok shoegazer ya da grunge grubunu aratmayacak kadar gürültülüdür. Günah, ölüm ve yeniden doğuş olguları belki hiçbir çağdaş müzik grubunun elinde Talk Talk’ta olduğu kadar özentisiz, samimi bir biçimde işlenmemiştir. Bunu bir ‘fırtına sonrası sükunet’ edasıyla takip eden “After The Flood” belki de müzik tarihinin ilk ve tek, tek notalı gitar solosunu içermektedir. Minimalist müziğin bu nadide örneği hakkında Mark Hollis daha sonraları “iki notayı çalmadan önce tek notayı çalmayı öğrenin. Eğer geçerli bir sebebiniz yoksa, o notayı da çalmayın” diyerek müziğe bakışını da net ve sarih bir biçimde özetlemiş olur. Albümün son parçası “Runeii” ise o kadar hafiftir ki neredeyse yok gibidir.

Talk Talk, müzik endüstrisi ile yer yer mutedil dalgalı, artan oranda da hararetli bir biçimde sürdürdüğü ilişkiyi “Laughing Stock” ile noktalarken, geride konvansiyonel müzik kalıplarının sınırlarını, ama belki daha önemlisi, popüler ile marjinal ya da sanatsal müzik arasındaki çizgiyi alabildiğine zorlayan ve bu vesileyle plak şirketlerinin yaratıcılığın sınırları karşısında apışıp kalmalarına sebebiyet veren on yıllık bir kariyer bırakır. Bugün ‘post-rock’ çatısı altında faaliyet gösteren Tortoise, Sigur Ros, Mogwai ve hatta geç dönem Radiohead de dahil olmak üzere birçok çağdaş grubun müziğinde etkileri çok belirgin olan Talk Talk, benzersiz müziğiyle olduğu kadar müzik endüstrisiyle olan mücadelesiyle de kendinden sonraki nesillere sağlam bir örnek teşkil etmektedir.

Grup dağıldıktan sonra Mark Hollis, uzunca bir aradan sonra kendi adını taşıyan ilk solo albümünü 1998’de yayımladı. Paul Webb ve Lee Harris “O Rang” adıyla yeni bir grup kurdular ve 1994 ve 1996’da iki albüm çıkardılar. Lee Harris daha sonra post-rock’un gedikli gruplarından Bark Psychosis ile 2004’te çıkan Codename Dustsucker albümlerinde, Paul Webb ise Portishead vokalisti Beth Gibbons ve Rustin Man ile 2002 tarihli Out Of Season albümünde çaldı. Tim Freise-Greene ise Heligoland adlı projesiyle 1998’de bir EP yayımladı. EMI ise düzensiz aralıklarla Talk Talk’un birtakım derlemelerini basmak suretiyle leş kargalığına devam ediyor hala.

*Koara - Şubat 2006

0 Comments:

Post a Comment

<< Home