<$BlogMetaData$

03 July 2006

Geveze Genç Adamlar*

Sinemadan ciddi ciddi zevk almaya başladığım 18-19 yaşlarımda, kurulu düzene karşı çıkan, yalnız, ‘cool’ tabir edilebilecek türden film karakterlerine özel bir meylim vardı. Ece Ayhan’ın deyişiyle ‘devlet dersinde öldürülen’ bir çok ‘meçhul öğrenci’ninki gibi oldukça hararetli ve uyumsuz geçen bir okul hayatı, bendeki bu ‘kahramanda kendini bulma’ eğilimini tetikliyor olsa gerekti. Genellikle otobiyografik unsurların ağır bastığı bu karizmatik karakterlerin ön planda olduğu filmlere olan zaafım, zamanla edindiğim iflah olmaz bir samimiyet ve gerçekçilik takıntısının etkisiyle yavaş yavaş azaldı.

Ancak yine de bu dönemde izlediğim birkaç film, söz konusu karakterlerini iyi ya da kötü bütün yönleriyle anlatan mesafeli yaklaşımları ve bunu gerçekleştirirken sıklıkla başvurdukları son derece ince bir ironi ile yazılmış monolog ve diyalogları sayesinde bunun dışında kaldı. Bu filmlerdeki aşağı yukarı hepsi yirmili yaşlarının sonlarında, içinde bulundukları dönemden son derece rahatsız ve bu rahatsızlıklarını mola almaksızın etrafındakilere boca etmekten imtina etmeyen ‘geveze genç adamlar’, İkinci Dünya Savaşı sonrasının farklı dönemlerine ışık tutan, kara mizah ve muhalefeti etkili bir biçimde bir araya getiren unutamadığım birer film karakteri olarak belleğime adeta kazındı..


1950’ler Avrupa’nın büyük bir kısmı için olduğu kadar İngiltere için de buhranlı yıllar demekti. Bir zamanlar ‘topraklarında güneş batmayan ülke’, Hindistan ve Afrika’daki sömürgelerinin birer birer bağımsızlaşması ile imparatorluktan alelade bir devlete dönüşmüştü. İkinci Dünya Savaşı’nın sebep olduğu yıkımdan kendini kurtarması da bir hayli yavaş oluyordu.

İşte John Osborne “Look Back In Anger” (Öfke) oyununu 1956’da tam da bu sosyo-ekonomik sıkıntının tavana vurduğu bir dönemde yazdı. “Öfke”, aynı yıl sahneye koyulmasıyla birlikte İngiliz tiyartrosunu dönüşü olmayacak bir biçimde değiştirecekti. Tiyatro ve daha bir çok sanat dalının, orta ve üstü sınıfların kırsal kesimde ya da banliyölerdeki güzel evlerinde yaşadıkları rahat hayatlarını konu ettiği bir dönemde bu eser sahneyi bir oda bir salondan mürekkep dar gelirlilerin dairelerine taşıyor, Chippendale tarzı yemek masalarının yerini ütü masaları ve derme çatma koltuk ve sandalyeler alıyordu.

Osborne ile birlikte Harold Pinter, Philip Larkin ve Alan Sillitoe gibi yazarlar, “Angry Young Men” (Öfkeli Genç Adamlar) adıyla anılacak, ayrıcalıksız kesimlerin mevcut düzene duydukları öfkeyi dile getiren muhalif bir sanat akımının öncüsü oldular. “Öfke” tiyatroda büyük bir başarı elde edince, zamanın önde gelen İngiliz yönetmenlerinden Tony Richardson oyunu filme almakta gecikmedi. 1958’de Richard Burton’ın ana karakter Jimmy Porter’ı canlandırdığı bu ilk sinema uyarlaması, eserin dünya çapında iyice popülerleşmesini sağladı.

Jimmy alt orta sınıftan gelme, zeki, asabi ve son derece ağzı kalabalık yirmi beş yaşlarında bir genç adamdır. İngiltere’nin iç kısımlarındaki bir şehirdeki tek odadan ibaret dairelerinde birlikte yaşadıkları karısı Alison ise üst sınıftan gelen, sömürge döneminde Hindistan’da yöneticilik yapmış albay bir babanın kızıdır. Jimmy, üniversite eğitimli olmakla beraber, yanlarında kalan arkadaşı Cliff’le birlikte semt pazarında şeker satarak geçinir. Bir yandan da bir gün profesyonel bir caz grubu kurma umuduyla sık sık trompet çalar.

Jimmy’nin, Dostoyevski’nin tabiriyle ‘güzel, yüksek şeyler’e yönelik takındığı müşkülpesent ve küçümser tavır, Alison’ın ‘rafine’ ailesini rahatsız eder. Buna karşılık Jimmy de onlara bol bol sivri ve iğneleyici ‘laflar hazırlar’. Alison’ın annesi için “fazla besili, fazla imtiyazlı bir fahişe”, babası için de “güneşin neden parıldamadığını anlayamayan, Edward devri ormanlarından arta kalan o dayanıklı eski otlardan biri” der.

Öte yandan, Jimmy işinin gücünün “modaya uyan, çekici, şık insanlarla” dost olmaya çalışmak olduğunu düşündüğü annesinden farklı olarak saygı duyduğu babasının ölümünü ise yine hiç haz etmediği Alison’ın okul arkadaşı Helena’ya şöyle anlatır: “…[Babam] İspanya’daki savaştan dönmüştü. Orada, Allah’tan korkan bazı kibar beyler onu öyle bir hale getirmişlerdi ki, daha fazla yaşayacak durumda değildi artık.”

Senarist Osborne’un devrin önemli siyasi olaylarına yaptığı bu göndermelerden de anlaşılacağı gibi Jimmy içinde bulunduğu sınıflı, muhafazakar ve ikiyüzlü kapitalist toplumun neredeyse bütününden yoğun bir tutkuyla tiksinir. Karısının kürtaj isteğini duymazlıktan gelen doktor, her Pazar sabahı yanıbaşlarındaki kiliseden pencerelerine dolan çan sesleri ve ibadethaneyi dolduran mahalle sakinleri, Hindistan kökenli bir satıcıyı ucuz mal sattığı için ve ‘malum’ nedenlerle pazardan uzaklaştırmaya çalışan ırkçı semt satıcılarıyla zabıta memuru ve daha niceleri Jimmy’nin öfkesinin öncelikli sebepleridir. “Öfke”nin çağdaşı “Rebel Without A Cause” (Asi Gençlik) filminde James Dean’in canlandırdığı Jim Stark karakterinden farklı olarak Jimmy ‘sebepli bir asi’dir. “Ne sıkıcı şey Amerikan çağında yaşamak – Amerikalı değilseniz tabii. Hepimizin çocuğu Amerikalı olur belki” der Jimmy ‘yeni imparatorluğa’ dair oldukça erken bir tahminde bulunup trompetine üflerken.

Eserin belki de bir kuşağın halet-i ruhiyesini en iyi anlattığı monoloğunda Jimmy şu tespiti yapar: “Öyle sanıyorum ki bizim kuşağımız bir dava için ölemeyecek. 1930’larda, 40’larda, biz daha çocukken her şeyi yapmışlar bizim için. Uğrunda ölmek için iyi, cesur davalar kalmadı artık. Büyük darbe iner de, hepimiz öldürülürsek eski, muhteşem tarzda olmayacak bu. Önemsiz ve budalaca olacak. Kendini bir otobüsün altına atarcasına gayesiz ve şerefsiz. Hayır, yapacak bir şey kalmadı bize oğlum, kadınlar tarafından parça parça edilmekten gayrı.”

Tabii Jimmy’nin bu çok güzel formüle ettiği müstehzi ve zeka fışkıran laflarının muhatabı ekseriyetle Alison’ın ya da Helena’nın kendileri, yani kadınlarımız olur. Jimmy’nin öfkesi çağladıkça çağlar, ama bir iki parçalama teşebbüsünden sonra her iki kadın da son kertede Jimmy’nin ‘vahşi cazibe’sine karşı koyamazlar. Ancak “Öfke”yi seksist ya da misojinist bir eser olarak damgalamadan önce dönemin gerçeklerini göz önünde bulundurmak gerekir. Diğer bir çok ülkede olduğu gibi, 1950’lerin İngiliz toplumunda da kadının yeri henüz büyük ölçüde aile ve yakın çevresiydi. 1950’lerden sonraki kuşakların meyvelerini yediği nispi ekonomik hareketlenme ve beraberinde artan oranda siyasallaşan bir gençliğin talepleri doğrultusunda elde edilen yeni demokratik haklar ve feminist hareketler, sanatta da muhalefetin vurgusunun sınıftan, toplumsal cinsiyet ve genel olarak bireye yönelmesine yol açtı. Bu açıdan bakıldığında “Öfke”nin dönemin gerçeklerini yansıtarak, bir kısım bağlamından sapmış idealist eserden çok daha sağlam ve gerçekçi bir muhalefet stratejisi izlediğini söylemek daha doğru olur. Diğer bir deyişle, Jimmy’nin çelişkileri bir kuşağın çelişkileridir. Karakteri sevip sevmemek eserin tutarlılığını değiştirmez.


Nitekim onbeş yıl sonra Manş’ın öte yanına geçtiğimizde, özellikle cinsel devrim adına boğazın üstünden çok sular aktığını görmemiz pek de zor olmaz. Fransız yönetmen Jean Eustache’ın, 1973’te çektiği kariyerinin en önemli filmi olarak gösterilen üç buçuk saatlik “La Maman Et La Putain”da (Anne Ve Orospu) Mayıs 1968 Paris öğrenci olaylarının ve işçi hareketlerinin amacına ulaşamamasının hayal kırıklığını üstünden atamamış bir kuşağın umutsuzluğunu ve yeniden şekillenen cinsiyetler arası ilişkileri, Osborne gibi ağırlıklı olarak ana karakter ve çevresindekilerle girdiği diyaloglar üzerinden anlatır. Amerikan bağımsız sinemasının babası John Cassavetes’in çiğ, yapmacıksız anlatımını vatandaşı Bresson’un realizmiyle birleştiren Eustache, büyük ölçüde otobiyografik bu filminde az sayıdaki karakterlerini ağırlıklı olarak yakın plan tekniğiyle ve siyah beyaz çekmeyi tercih etmiştir.

Jean Pierre Leaud’nun canlandırdığı ana karakter Alexandre, aynen Jimmy gibi neredeyse aralıksız konuşmakla birlikte, Jimmy’nin samimi öfkesinin üstesinden sinsi bir hesaplılıkla gelmiş gibi duran, son derece egoist, pozcu ve soğuk, yirmili yaşlarının sonlarında bir genç adamdır. Kendinden birkaç yaş büyük butikçi Marie ile yaşar. İşsizdir. Zamanının çoğunu elinde bir kitap ya da gazete, Paris sokak ve kafelerinde kız peşinde koşarak geçirir.

Alexandre 1968 olaylarıyla ilgili bir anısını müdavimi olduğu kafede “Mayıs 1968…Bu kafedeyiz. Herkes ağlıyor. Kadınlar, erkekler, çocuklar, yaşlılar, herkes… Neden mi? İki dakika önce polis göz yaşartıcı bomba atmış” diye anlatırken, dönemin ruh halini neredeyse absürd bir mizah anlayışıyla ortaya koyar. Aynı temaya bir metafor olarak filmin bir çok anahtar diyaloğunda tekrar rastlanır. Filmin başlarında aşık olduğunu ve evlenmek istediğini açıkladığı eski sevgilisi Gilberte ile olan bir konuşmasında, kızın bir başkasıyla evleneceğini öğrenmesinin ardından Alexandre, Jimmy’nin Alison’a ve Helena’ya yaptığına benzer bir biçimde, kızı üst sınıfa mensup olmasından yola çıkarak ağır bir biçimde eleştirir: “Para için evleniyorsun. İyileştiğini sanıyorsun ama bayağılığı seçiyorsun. Mayıs 1968’den sonra Paris’in hali gibisin…Bir yöneticinin karısı olacaksın. Mükemmel bir çift…Ama dikkat et! Temelleriniz sakat. Aileler her zaman kaybeder.”

Evlilik ve aile kurumundan yana yapılan tercihi, merkezi otoritenin yeniden sağlanmasıyla özdeşleştirebilmek için şüphesiz 1960’lar ve sonrasına özgü bir radikalizmden nasibini almış olmak gerekir. Büyük ölçüde ahlaki çöküş ve nihilizmin gündelik hayatındaki ilişkilerini belirlediği bohem denebilecek bir çevrede takılan Alexandre dairesine uğradığı bir gün en yakın arkadaşını bir tekerlekli sandalyede volta atarken bulur. Sandalyeyi nereden bulduğunu sorduğunda arkadaşı “Çaldım” diye yanıtlar. “Kimden çaldın?” diye sorunca karşılaştığı yanıt ise daha da anlamlıdır: “Kimden olacak? Sakatın tekinden.” Durum hakikaten vahimdir, refah devleti ahlakı can çekişmektedir, Jean Jacques Rousseau’nun kemikleri sızlamaktadır.

Başlangıçta kadınlarla ilişkilerinde dizginleri elinde bulunduruyor gibi görünen Alexandre’ın iktidarı, genç bir hemşire olan Veronika’nın hayatına girmesiyle oldukça sarsılır. Entelektüel olarak Veronika’nın Alexandre’la aşık atacak bir birikimi yoktur. Bir konuşmalarında Alexandre onunla “Çok güzel şeyler söylüyorsun. Daha önce ezberliyor musun bilmiyorum ama kötü filmlerde buna ‘mesaj’ deniyor” diyerek dalga geçer. Ancak Veronika neredeyse yaptığı her şeyde Alexandre’dan çok daha samimidir ve özellikle cinsellik konusundaki açıklığıyla Alexandre’ın kıskançlık, bağlılık ve genel olarak kadın-erkek ilişkilerine olan yaklaşımını kökünden zorlar. Filmin ilk iki buçuk saati boyunca neredeyse kesintisiz konuşan Alexandre, Marie ile Veronika’nın arasındaki diyaloglara ancak seyirci olarak katılabildiği son bir saatte yüzündeki sahte ifadelerden yavaş yavaş arınır ve sonunda şaşkın, yaralı bir yaratık olarak Veronika’ya kelimenin tam anlamıyla teslim olur. Jean Eustache, derin toplumsal değişimler, kültürel yabancılaşma ve hezimetle sonuçlanan bir devrim girişimiyle hesaplaşmaya çalışan bir kuşağın tramvasını, Alexandre’ın büyük ölçüde kadınlar arasında geçen bu serüveni vasıtasıyla anlatır.


Umutsuzluk, nihilizm ve ahlaki çöküntüyü yirmi sene sonra İngiliz yönetmen Mike Leigh daha da ileri bir boyuta taşır. 1993 yapımı “Naked” (Çıplak), 1980’li yıllarda çektiği, genellikle Ken Loach’un aşırı didaktik üslubundan arınmış gerçek anlamda sosyal-gerçekçi filmlerle tanınan Leigh’in tartışmasız en huzursuz edici filmidir. Manchesterlı Johnny tecavüz olma olasılığı yüksek bir cinsel ilişkiyi müteakip çaldığı bir araba ile soluğu Londra’da, eski sevgilisi Louise’in diğer iki kız arkadaşıyla paylaştığı evinde alır.

Jimmy ile Alexandre’dan farklı olarak Johnny, karşısına toplumun yanında ceza hukukunu (ya da devleti) da almış, ancak onların kendileri gibi keskin zekalı, eğitimli ve hazır cevap bir akranı olarak karşımıza çıkar. Zira, film boyunca uzun süre bir yerde kalmasının dikkat çekici olabileceğini düşündüğünden olsa gerek, kendini Londra’nın en düşmüş sokaklarına atmıştır. İçinde bulunduğu kaçış süreci, Johnny’nin birbirinden ilginç karakterlerle girdiği yoğun diyaloglar esnasındaki çılgın enerjisini tetikleyen etkenlerdendir.

Johnny’nin halet-i ruhiyesi, Jimmy’nin idealizminden kaynaklanan öfkesiyle Alexandre’ın nihilizminin bir uzantısı olan duyarsızlığı ve soğukluğunun bir bileşimi gibidir. Toplumsal düzenin iyice monotonlaştığı, insanların neredeyse alternatifsizliğine razı edildiği 1980’lerin neo-liberal sosyo-ekonomik sistemini, Thatcherizm’i yaşamış genç bir adam olarak, umutsuzluğu ve saldırganlığı anlaşılır niteliktedir.

“Çıplak”ı, “Öfke” ya da “Anne Ve Orospu”dan yaklaşım olarak ayıran en belirgin özellik modernizme ve genel olarak batı medeniyetine getirdiği eleştirilerdir. Johnny bir kafede tanıştığı garson kızın kaldığı eve gittiğinde şöminenin üstünde duran disk atan Antik Yunanlı adam heykelini göstererek “Bak, pizzacı!” der. “Ev sahipleri eşcinsel galiba?” diye de ekler. Avrupamerkezci batı modernizminin Antik Yunan saplantısıyla kafa geçmektedir. ‘Uygarlık savaşı’nda bununla da yetinmez Johnny, yine rastgele uğradığı orta yaşlı bir kadının evinden bir çanta dolusu kitap alıp tüymeden önce masanın üstünde bulduğu kitaba bakıp “Jane Austen by Emma" der. Modern İngiliz edebiyatı da nasibini alır bu saldırıdan. Johnny içi bomboş görünen yeni bir binanın güvenlik görevlisi ile giriştiği varoluş tartışması içinde adama bir ara “Ne yapıyorsun bu postmodern gaz odasında?” diye sorar. Adamın "I watch over space” (boşluğu gözetliyorum) demesi üzerine “Ama bu saçma çünkü birisi içeri girip bütün boşluğu çalabilir ve bunu sen asla fark edemezsin” diyerek, özellikle dönemin neo-liberal politikalarının güvenlik sektörüne talep yaratmak için pompaladığı güvenlik paranoyasını da isabetli bir biçimde ‘ti’ye alır.


Mike Leigh de tıpkı John Osborne gibi “Çıplak”ı içerdiği cinsel şiddet sahneleri yüzünden seksist, misojinist ya da pesimist bulan sözde muhalif, özde ise muhafazakar ve optimizm uğruna gerçekleri yansıtmaktan kaçınan bir kesim tarafından eleştirildi. Kendilerine kalsa şablonla çizilmişçesine tekdüzeleşecek bir sanat, ne yazık ki ne kadına yönelik şiddetin artarak devam etmesine, ne de elli yıllık bir dönemin en önemli filmlerinden üçünü bu satırlarda bağrımıza basmamıza ve tavsiye etmemize engel oluyor. Sonuçta hepimiz sinemayı bir ölçüde algımızı genişletmek ve üslup her ne kadar gerçeküstü olursa olsun, ‘şeyleri’ bilmek ve kavramak için bir araç olarak görmüyor muyuz? Öyleyse çıkartalım pembe gözlük ve kulaklıklarımızı, bırakalım geveze genç adamlar anlatsınlar. Hem zaten onlar da bizim her yönümüzle kendilerine benzememizi isterler miydi ki?



*Bant - Haziran/Temmuz 2006

0 Comments:

Post a Comment

<< Home