<$BlogMetaData$

24 July 2006

Moda Bostanı*

Kadıköy-Moda tramvay hattında Moda havuzu’nu geçip Fransız Asompsiyon Kilisesi’ne doğru dönmeden sahile bakan Bomonti çay bahçelerine doğru devam edildiğinde sağda kalan bostan. Yaklaşık iki yüz yıldır sebze ve meyvelerle kaplı olmaktan alabildiğine uzak da olsa, sınırlarını belirleyen sokağın da adını veren bu alana bostandan daha uygun bir ad vermek oldukça zor gibi. Zira an itibarıyla alanın akıbetiyle ilgili olarak anlaşmazlık içinde olan resmi kurumlar, işlevsizlik ve sorumsuzluklarıyla tam da birer bostan korkuluğu portresi çiziyorlar.

Bundan iki yıl öncesine kadar üzerinde Moda Sabit Pazarı’nı barındıran alan, zamanında bir hayırsever tarafından cami, çeşme, park ve spor sahaları yapımı gibi amaçlarla kullanılması koşuluyla Evkaf Nezareti’ne (Vakıflar Bölge Müdürlüğü) bağışlanmış. Vakıflar, Kadıköy Belediyesi’ne kiraladığı alandan 1992’den itibaren kira alamayınca, işgalci konumuna düşen belediye, seksenli yılların sonunda açılışını yaptığı sabit pazarın 2004 yılı sonunda yıkılmasına engel olamamış. Eski Moda bostanında halen bir cami, muhtarlık, postane ve sağlık ocağı binalarının da aralarında bulunduğu birkaç bina, bir otopark, bir halı saha, bir de yıkılan sabit pazarın yerine yapılan bir yeşil alan bulunuyor. Aslında tartışmalar da büyük ölçüde bu yeşil alan üzerinde yoğunlaşıyor. Çünkü alan üzerinde idare ve denetim yetkisine sahip olan Vakıflar, yıkımdan sonra buraya iş merkezi ve katlı otopark yapılabilmesi için İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne plan tadilatı başvurusu yapmış.

Alan, Kaymakamlık afet planında ‘deprem toplanma alanı’ olarak geçiyor. Koruma Kurulu’nun alanın anıt eserlere bitişik olduğundan onayları alınmadan bina yapılamayacağına dair kararı var. Ayrıca Vakıflar’a bağışlanırken kullanım amaçları sınırlanmış bir arazi olduğundan ticari amaçlar için kullanılması, bağış yapan kişinin vasiyetine aykırı görünüyor. Kadıköy Belediyesi de, semtlerini devlet ve sermaye yıkımından koruma konusunda duyarlı Moda sakinlerinin tepkisine karşılık, yıkımdan kısa süre sonra arazinin yeşil alan ve park olarak düzenleneceğinin teminatını vermiş ve gerçekten de buna yönelik düzenlemeler yapmıştı. Ancak bütün bunlara rağmen mahallenin muhtarı Oğuz Sarıcaoğlu, alanın geçtiğimiz ay içinde sonuçlanan bir ihaleyle bir kişiye kiralandığını söylüyor.

Öyle görünüyor ki, Modalılar mücadeleye devam etmezse semt sakinlerinin ayaklarının gittikçe alıştığı bu küçük ama işlevsel yeni park, yeni planın uygulanabileceği bir yıl sonrasına kadar göz boyayıp, sonunda kaderine razı edilecek. Üç devlet kurumunun işbirliğiyle kaybettirilmiş bir eşek edasıyla bir daha buldurulacağı zamanı bekleyecek. Tam da Joni Mitchell’in Big Yellow Taxi’de işaret ettiği türden bir gelenin gideni aratma hali hasıl olacak. Altında sevgililerin soluklandığı, çocukların top oynayıp eski sabit pazarın kedilerinin köpeklerle fink attığı salkım söğüt ve daha önceden kesilen dört telli kavak müzeye konacak, giriş on lira olacak. Seyrek kesilen çimenlerin hışırtısıyla uyanmak özlenecek.

*Tarih Vakfı "İstanbul" Dergisi - Temmuz 2006

“İstanbul İçin İsyan Vakti”*

Memleket sanatseverlerinin büyük bir kısmı yıllardır şu serzenişlerde bulunmadan duramaz: “Yahu bu ülkede bu kadar malzeme var, neden doğru dürüst bir alternatif sinema ya da müzik ekolümüz bir türlü oluşmuyor bizim? Neden bir Türk yeni dalgasından bahsetmek mümkün değil? İyi yönetmenler hep tek tük mü çıkmak zorunda? Ya da neden bizim de bir Seattle’ımız, bir Manchester’ımız yok? İstanbul’un Ankara’nın nesi eksik?...” Televizyondaki tartışma programlarından rakı sofralarına kadar birçok ‘nezih ortam’ı şenlendiren bu soruları biz de sanatın az çok alternatif, bağımsız ve muhalif olanından haz eden bir grup sanatsever olarak kendimize ve çevremize sık sık sorduk. Dönem ağırlıklı olarak Türkiye’nin diğer birçok ülke gibi dünyanın kalanıyla olan bağlantılarının sıkılaştığı doksanlı yıllardı. Her gün yeni bir özel televizyon ya da radyonun açıldığı, ‘sanat tüketimi’nin hiç bir zaman olmadığı kadar arttığı bu dönemde medya ve eğlence sektörü, alışıldığı üzere kendi egemen popüler kültürünü yaratmakta gecikmedi. Hepimiz kısa sürede seksenli yıllarda alternatif yoksunluğundan bir çoğumuzu ekrana çivilemiş Latin Amerika menşeli pembe dizilerin ya da yine aynı dönemin ruh ve derinlik fukarası birtakım sentetik pop şarkılarının memleket denklerini en iyi ihtimalle ‘deneyimler’ olduk.

Endüstri kaptanlarının boş buldukları meydanda borularını yüksek desibelli öttürdükleri bu dönemde, alternatif müziğin eğlence sektörünün çiçeği burnunda kar alanlarında boy göstermesini beklemek tabii ki abesle iştigal olurdu. Zaten alternatif müziğe erişim olanakları, internet ve paylaşım teknolojilerinin yokluğunda “Kent FM” ve diğer bazı bağımsız özel radyolarda yayınlanan üç beş program ve yurtdışından getirdikleri CD’leri kasete çekip satan birkaç plakçıdan ibarettti. Basına gelince “Stüdyo İmge” ve kısmen “Çalıntı” dışında alternatif müziğe yer ayıran dergi yok gibiydi. Konu hakkında bilgi edinmenin tek yolu, fahiş fiyatlara satılan yabancı müzik yayınlarının sahaflara düşmesini beklemekten geçiyordu. Sesini halihazırda mevcut popülarite formüllerini uyguladığı ölçüde duyurabilen icracıların egemen olduğu bir ortamda, kitlelerin ‘razı’ edildiği müzik kalıplarının dışına çıkmak isteyenlerin şansı da haliyle çok azdı.

Tanım itibarıyla ‘alternatif’ bir müziğin oluşması, ticari, egemen, popüler bir müzik türünün varlığıyla doğrudan ilişkilidir. Alternatifi aranacak, bir şekilde karşı durulacak popüler müziğin de en az alternatifi kadar kimlik sahibi olması icap eder. Ancak, altmışlı ve yetmişli yıllarda altın çağını yaşamış, oldukça verimli bir pop ve rock müzik geleneği oluşturabilmiş bu toplumun müzikal ifade yetisi, aldığı ‘darbe’ler sonucu seksenlerle birlikte iyice cılızlaşmıştı. Doksanlı yılların ortalarında Türk pop müziğinin içinde bulunduğu fakr-u zaruret ortamından nasibini, kendini poptan soyutlayarak ama yine de vazgeçilmez bir biçimde popa bağlı olarak gelişen rock ve diğer müzikal arayışlar da önemli ölçüde almıştı.

Ağırlıklı olarak geç yetmişli ve seksenli yılların, kökü bütünüyle dışarıda, insana cinnet geçirtme potansiyeli oldukça yüksek, sentetik bir rock müzik altyapısını, inatla en harcıalem memleket ezgileriyle harmanlama çabası gösteren bu ‘oto-oryantalist’ zihniyetin, Erkin Koray’ı, Apaşlar’ı, Silüetler’i çıkartmış bir topluma hakim olması anlaşılır gibi değildi. Dünya üzerindeki başlıca müzik hareketlerini yakalamakta, hatta zaman zaman öncellemekte bile fazla sıkıntı çekmeyen bir gelenek yerini, sanatı ‘içine tüküreceği’ ya da ‘kendisinin bile yapabileceği’ şeklinde kategorize etmekte herhangi bir sakınca görmeyen erkan-ı harpçilerimizin de katkılarıyla, söz konusu akımların en vasat formlarını on sene geç takip etmek gibi bir alışkanlığa bıraktı.

Bu musibetin örneklerine televizyondaki özel müzik kanallarında hala zaman zaman rastlasak da, son yıllarda Mor ve Ötesi ve Duman gibi grupların başını çektiği, güçlü ve özgün bir Türk rock müziği geleneğinin yeniden canlanışından bahsetmek pekala mümkün. Kanımca Türk rock müziğinde bir süredir yaşanan bu olumlu hareketlenmeyi, on yıl öncesiyle karşılaştırıldığında net bir kimlik ya da karakter kazandığı rahatlıkla görülebilen Türk pop müziğindeki genel gelişmeye dayandırmak çok da yanlış olmaz.

Ancak bu son dönemdeki gelişmeleri altmışlar ya da yetmişlerden farklı kılan özellik belki de yeni müzisyen ve grupların arasındaki pop, rock ve alternatif müzik ayrımlarının giderek daha belirginleşiyor olması. Özellikle doksanların ikinci yarısından itibaren Zen, uzantısı niteliğindeki Baba Zula, Replikas ve Fairuz Derin Bulut gibi grupların başını çektiği, İstanbul’a özgü bir alternatif müzik hareketinin temelleri atılmış gibi görünüyordu. Bu grupları bugün mevzubahis hareketin öncüsü olarak kabul ediyorsak, bunda kuşkusuz grupların bünyesinde rahat bir biçimde sahne almasına ön ayak olan “Peyote” gece klübünün de önemli payı vardır. O sıralar Beyoğlu İmam Adnan Sokak’ta faaliyet gösteren Peyote, kendi müziğini yapan gruplara sık sık yer vererek, gerçekten diğer gece klüplerine ve rock bar’lara örnek olası bir sanat desteği sergiledi. Bu tür münferit destekler ve yine önemli ölçüde internet üzerinden iletişim ağlarının güçlenmesi sayesinde alternatif müziğe meyilli müzisyen ve gruplar daha rahat ifade olanağı bulmaya başladılar. İstanbul alternatif müzik hareketi özellikle son birkaç yılda piyasa müziğinden bilinçli bir biçimde sıyrılmaya gayret eden, yeni bir çok grubun ortaya çıkmasıyla ivme kazandı. Everett True’nun 1991’de Melody Maker’da Seattle hareketi ile ilgili öncü yazısına attığı başlığı biraz değiştirecek olursak “Anneciğim! İstanbul’da bir sürü gitarlı canavar var!” Ve işin asıl ilginci ve güzeli, bu canavarların sound’ları Seattle’lı abilerininki gibi birbirlerinin büyük ölçüde kopyası niteliğinde değil..

Yaratıcılığın fazla prim yapmadığı doksanlı yıllarda birçoğumuz şehrin çeşitli ‘rock bar’larında, aslında gayet yetenekli bir çok müzisyenin, mekanların ticari kaygılarının da etkisiyle, tekrardan temcit pilavı kıvamına gelmiş bir sürü pop ve rock şarkısının ikinci üçüncü sınıf yorumlarını icra ederek kendilerini harcayışlarına tanık olmuştuk. Bu noktada istisnai bir pozisyona sahip gruplardan Zen’in üyelerinin aynı performansı bir daha tekrarlamadıkları için çaldıkları neredeyse her bardan kovuldukları hikayesi eğer bir şehir mitinden ibaret değilse, dönemin alternatif müzik hayatı ile ilgili oldukça aydınlatıcı bir örnek olarak karşımıza çıkıyordu. ‘Cover’ müptelalığı şehrimizde hala yabana atılamayacak düzeylerde seyretse de, tekdüzeliğin ve gerek yorumcu gerekse dinleyici muhafazakarlığının son haddinde olduğu doksanlı yıllardan farklı olarak İstanbul, özellikle son bir yıldır son derece yaratıcı ve yenilikçi, alternatif müzikal oluşumlara sahne oluyor. Galatasaray, Nevizade Sokak’taki yeni Peyote başta olmak üzere giderek artan oranda canlı müzik mekanı, kendi müziklerini yapan yeni gruplara çalma olanağı sağlıyor. Bu mekanların müşterilerinin sayısında konser olduğu akşamlar gözle görülür bir artış olduğu gerçeği de göz önünde bulundurulursa, İstanbul’da ciddi bir alternatif müzik dinleyici kitlesinin oluştuğunu iddia etmek yanlış olmaz. İstanbul ve bir ölçüde Ankara, Eskişehir, Bursa gibi şehirleri de etkileyen yeni alternatif müzik hareketi, AB uyum süreci çerçevesinde Türkiye’ye olan ilgisini arttıran ‘dış kaynaklı medya’nın da dikkatini çekmiş durumda. Demek istediğimiz, alabildiğine çeşitli altyapı ve sound’lara sahip oluşan grupların tetiklediği bu yeni hareketin, adı çıktığı şehirle anılan yeni bir bağımsız müzik ekolü yaratması için sanki her şey hazır.. Biz de bir süredir kulak verdiğimiz yeni gruplardan bizi etkileyenleri kısaca tanıtmanın yararlı olacağını düşündük.

“Dinar Bandosu”, bir yandan yetmişlerin Can, Neu gibi önde gelen Alman krautrock ve doksanlar başlarının efsanevi İngiliz “Creation” plak şirketinden çıkan Primal Scream gibi indie gruplarına özgü bir rock sound’u, diğer yandan ise Erkin Koray’ın öncülüğünü yaptığı bir tür Türk psychedelic rock’undan besleniyor. Altyapılarındaki çeşitliğin müziklerine bire bir ve isabetli bir biçimde yansıdığını gözlememek mümkün. Theremin, analog synthesizer gibi erken dönem elektronik enstrümanların yanında kaşık da dahil olmak üzere bir çok yerli perküsyon aletine yer veren grup, kullandıkları enstrümanların zenginliği içerisinde, kakofoniden uzak, tutarlı bir sound elde etmeyi başarmış. Sahnedeki rahat ve eğlenceli tavırlarıyla da izleyiciyi ihya ediyorlar.

Erkin Koray usulü bir Türk psychedelia’sını, The Stooges, Nirvana gibi grupların esintilerini taşıyan haysiyetli bir Amerikan rock geleneğiyle harmanlayan “Ayyuka” da, gerek güçlü sahne performansları, gerekse soundlarıyla takdire şayan yeni alternatif rock gruplarından. En büyük temennimiz kendilerini ‘sahne’nin büyüsüne kaptırıp Duman taklidine girişmemeleri. Yoksa ‘mainstream’ Türk alternatif rock’u kısa süre içinde kendine özgü, sağlam bir grup daha kazanacağa benzer.
Punk ve post-punk’ı sık tekrarlara meyilli ancak asla sıkıcı olmayan bir psychedelia ile harmanlayan “DDR” de son dönemlerde sık sık izleme fırsatı bulduğumuz, politik bilinci sağlam bir müzikal altyapıyla başarıyla birleştiren gruplardan. Özellikle geç yetmişler ve erken seksenler post-punk soundunun belirleyici gruplarından Wire, Television ve Joy Division’dan etkilenen DDR, alternatif müzikte tavrın da en az müziğin kendisi kadar önemli olduğunu izleyiciye gösteriyor.

İstanbul ve İzmirli üyelerden oluşan “Sakareller”, ağırlıklı olarak özellikle son beş yıl içerisinde ABD ve İngiltere’de yayılan post-rock akımından besleniyor. Soundlarında Mogwai ve Slint etkisi oldukça belirgin olmakla birlikte, grup post-rock’un içine kapanık, kasvetli dünyasından yer yer erken altmışların garaj akımına ya da yer yer Manchester usulü görece yeni bir psychedelia’ya atıfta bulunan ani çıkışlarla sıyrılıyor. Ortaya çıkan sonuç son derece orijinal ve doyurucu. Altmışların garaj, rockabilly ve özellikle surf müziklerini kendi soundlarına ağırlıklı bir biçimde uyarlayan bir grup ise “Rumble Fish”. Deneyimli müzisyenlerden oluşan ve son derece ‘cool’ sahne performanslarıyla dikkat çeken gruptan tek dileğimiz kendi parçalarına daha fazla ağırlık vermeleri. Cover ağırlıklı bir repertuara sahip diğer gruplardan öne çıkanlar arasında ise itinayla seçilmiş garaj ve punk parçalarını yorumlayan “Vinona Riders”ın yanında, çiçeği burnunda grup “Romedins” de var.

Geçtiğimiz ay Peyote’de izleme olanağı bulduğumuz gruplardan “Grangulez” ve “Bedroom Drunk” da İstanbul’daki meslektaşlarını asla aratmayacak, genç, umut vaat eden gruplar olarak Ankara’yı başarıyla temsil ediyorlar. İki grup zaman zaman birbirlerinin üyeleriyle ortak çalışmalar yapıp, birlikte de çalıyorlar. Birbirlerini adeta tamamlarcasına, Grangulez daha hareketli, synthesizer efektleriyle de bezenmiş, görece sert ve dışa dönük bir rock sound’una sahipken Bedroom Drunk, erken doksanların Sonic Youth, Throwing Muses, Slint gibi öncü indie gruplarının daha içine kapalı, kasvetli dünyasından feyz alıyor. Ancak sahne performansları ve demolarına bakılırsa, iki farklı eğilimin de hakkının sonuna kadar verildiğini gözlemlemek mümkün. Eskişehirli grup “Kırık Çizgi” de özellikle kendine özgü kız vokalleriyle ilgi çeken, başarılı yeni gruplardan.

Doğaçlama denildiğinde ilk akla gelen yeni alternatif gruplardan bir tanesi ise “Dandadadan”. İki sene önce bir albüm yayınlayıp dağılan “Tamburada”nın bazı üyelerinden oluşan grup, bünyelerinde analog synthesizerlar ve nefesli enstrümanlara yer vererek, hızla gelişen İstanbul alternatif müzik hareketine özgü ses çeşitliliğine ilginç bir katkıda bulunuyorlar. ‘Doğaçlama rock’tan hoşlanıyorsanız tercihiniz Dandadadan’dan yana olmalı.

Görüyoruz ki şehirden gerçekten de yeni ve iddialı sesler yükseliyor. Sadece İstanbul değil, birçok büyük şehirde mantar gibi biten onlarca alternatif gruptan kimisi tavırlarıyla, kimisiyse bizzat müzikleriyle, köhneleşmiş bir müzik endüstrisine karşı geliyor, kendi ifade yollarını geliştiriyor. Belki darbelerle önü kesilmiş uzun bir sanatsal tıkanıklık dönemi meyvelerini ancak verebiliyor. Belki de bu hareketlilik doğrudan, gelişen ve yaygınlaşan internet teknolojilerinin sanat ve yaratıcılık için gerekli her türlü malzemenin çok daha hızlı elde edilebilmesini sağlamasının bir sonucu. Sebepler ne olursa olsun, İstanbul’da sesler artık gaipten değil, yeraltından yükseliyor. Zira vakit, Dinar Bandosu’nun bir EP’sinin adına atıfta bulunmak gerekirse “İstanbul için isyan vakti”. Beklentilerimiz ise, canlı müzik mekanlarının alternatif müzik gruplarına daha çok yer vermesi ve bir an önce onların dilinden anlayacak bağımsız plak şirketlerinin kurulması.

*Tarih Vakfı "İstanbul" Dergisi - Temmuz 2006

03 July 2006

Zamansızlığın Ötesinde: Michael Head*

İnternetin olmadığı, müziğe erişme olanağımızın plakçılarla sınırlı olduğu doksanlı yıllardı. Zevkine güvendiğimiz eş dost dışında iyi müzik hakkında malumat edinmenin yegane yolu bütçemizi bir hayli aşan bir kısım ecnebi müzik neşriyatını kitabevlerinin münasip bir köşesine ilişip kasiyerden zılgıt yiyene kadar okumaktan geçiyordu. Ne var ki, harcadığımız zaman boşa gitmiyordu. Greg Dulli’den Bob Mould’a, Mark Lanegan’dan Mark Hollis’e bir dönemin en haysiyetli şarkı yazar ve yorumcularına aşina olmamız bir grup hoşgörülü kasiyer abi ve ablamız sayesinde mümkün olmuştu. Bu bilgilenme kaçamaklarımız, haftalık alternatif müzik yayınları arasında başı çeken Melody Maker’ın iflas edip NME’nin de tadının tuzunun kaçacağı ikibinlerin başına kadar sürdü.

Michael Head’le tanışmam da bu düzenli ziyaretlerimden birine rastladı. Londra’da bulunduğum 1997 yılıydı. Bir kitapçıda NME’nin yıl sonu sayısına bakarken, yılın albümleri listesinin ortalarında bir yerde Head’in “The Magical World Of The Strands” albümü hakkındaki yorum hemen ilgimi çekti. “Çok az sayıda basılan bu albüm sadece dördümüz dinleyebildiği için bu kadar gerilerde kaldı, yoksa kolaylıkla ilk üçe girerdi” kabilinden bir şeydi. Bu iddialı övgü karşısında “Madem öyle” deyip oldukça meşakkatli bir arayışa giriştim. Bereket versin ki bu esrarengiz plağı iki hafta gibi makul bir süre sonra Soho’daki bağımsız plakçılardan bir tanesinde bulup aldım.

O dönemde altmışlar ve yetmişlerin akustik gitar ağırlıklı rock müziğinin temel taşları niteliğindeki The Byrds, Love, Nick Drake gibi grup ve müzisyenlere fazlasıyla sarmış olduğumdan olsa gerek, albüme ilk başta pek ısınamayıp Michael Head’i abilerinin vasat bir taklidi olarak görmüştüm. Ancak çok geçmeden The Magical World Of The Strands’in özellikle rock müzikte retrospektif arayışların gereğinden fazla arttığı doksanlı yılların ‘tek kelimelik’ birçok grubunun bütün çalışmalarına taş çıkartan, adı gibi ‘büyülü’, zamansız bir albüm olduğunu anladım. Gerçekten de dönemin yok satan bazı ‘Britpop’ gruplarında sıkça rastlandığı biçimde yavan bir mazi özentiliğinden nasibini zerre kadar almamış, diğer taraftan da hangi döneme ait olduğu konusunda doğru tahmin yürütmenin oldukça güç olduğu bir albümdü bu. Amerikan batı yakasına özgü, yer yer gayet sert olabilen bir psychedelic rock altyapısını en az Michael Head’in memleketi Liverpool sahillerinin dalga sesleri kadar iç ferahlatıcı, dingin bir tür İngiliz folkuyla birleştiriyordu. The Magical World Of The Strands, flüt ve yaylılardan mürekkep bir orkestranın dahiyane aranjmanlarıyla muhtelif yerlerine özenle işlenmiş ince ayrıntılar sayesinde dinlendikçe açılan, tam anlamıyla ‘olgun’ bir çalışma olarak sadece doksanların değil tüm zamanların en güzel albümlerinden biri sıfatını ziyadesiyle hak ediyordu.

Olgunluk dedik, Michael Head’in seksenli yılların kadri bilinmemiş erken indie-pop gruplarından The Pale Fountains’ın ve onların doksanlardaki devamı niteliğindeki Shack’in beyni olduğunu ve The Magical World Of The Strands’i kaydettiğinde otuz beşine merdiven dayadığını, ertesi yıl yine NME’den öğrendik. Shack yeni albümü “HMS Fable”ı çıkartmaya hazırlandığı sırada, NME kapak yaptığı Head’i kastederek “Bu adam bizim en iyi şarkı yazarımız. Tanıyor musunuz?” diye soruyordu. Cevap tabii büyük ölçüde “Hayır”dı. The Pale Fountains 1982’den 1985’e kadar süren kısa ömründe herhangi bir liste başarısı gösterememiş, “Pacific Street” (1984) ve “From Across The Kitchen Table” (1985) adlı iki albüm kaydedip dağılmıştı. Ancak Michael Head, kardeşi John Head ve grubun diğer üyeleri, özellikle Pacific Street’te bossa-nova ve Burt Bacharach’dan feyz alan ‘kitsch’ bir pop estetiğini yeniden yorumlayan ve daha çıraklık dönemlerinde zamansız tınılarıyla öne çıkan nev-i şahsına münhasır müzikleriyle nelere kadir olduklarını, ‘anlayan’ bir kesime göstermişlerdi. Nitekim, Echo And The Bunnymen’in solisti, hemşehrileri Ian McCullough onlar için “Seksenlerin belki de en gözden kaçmış grubu” yakıştırmasını yapacaktı.

Shack, Michael Head’in kardeşi John ile birlikte kurduğu, The Pale Fountains’dan sonraki projesiydi. 1988’de yayınladıkları “Zilch” albümleri, From Across The Kitchen Table’ın da prodüktörlüğünü yapan Lightning Seeds elemanı Ian Broudie’nin elinin ayarının kaçması sonucu, Head’in akustik ya da doğal bir sound’a olan meylinin aksine sentetik bir yapıya bürünmüştü. Thatcherizm’in özellikle endüstriyel çöküş ve işsizlikle birlikte anılan karanlık yüzünün Liverpool’u ve özellikle de Head’in çocukluk ve ilk gençliğini geçirdiği işçi mahallesi Kensington’ı koyduğu hali yansıtan Zilch, gayet güçlü besteler barındırmasına rağmen prodüksiyon kurbanı olmuştu. Bu dönemde eroin bağımlısı olan Michael Head ve diğer grup üyelerinin bol miktarda uyuşturucu etkisinde 1991’de kaydettikleri ikinci albümleri “Waterpistol”, ancak kaybolan kayıtlar bulunduktan sonra 1995’te yayınlanabilmişti. Yine ticari bir başarı elde etmemekle birlikte Waterpistol umut vaadeden bir albümdü ve alternatif müzik basınından iyi eleştiriler almayı başarmıştı.

Michael Head’in olağanüstü Strands projesiyle devam eden çıkışı, 1999’da büyük plak şirketi London’dan çıkan Shack albümü HMS Fable ile nispeten popüler bir düzeye erişti. “The Magical World Of The Strands”in baştan sona ‘fişe takılı’, orkestrasyonun ağırlığını büyük ölçüde elektro-gitarlara bıraktığı oldukça sert bir uzantısı olarak da nitelenebilecek bu albüm, doksanların ve milenyumun belki de son gerçek rock klasiğiydi. Kişisel bir koşutlama yapmak gerekirse, HMS Fable benim için Sugar’ın “Copper Blue”, Screaming Trees’in “Dust” ve Teenage Fanclub’ın “Songs From Northern Britain” albümlerinin yanında doksanlar rock’ının ‘kare as’ını oluşturan albümdü. Eroini bırakmış olmanın verdiği hafiflik Head’in müziğine ne ölçüde yansıyordu tartışılır, ancak sözlerde ‘H’in yeri yabana atılacak gibi değildi. Strands’deki “X Hits The Spot” gibi, Kensington’ın kısaltması olan ‘Kenny’ sokaklarında ‘junk’ arayışını anlattığı “Streets Of Kenny”, Talk Talk’un yine otobiyografik “I Believe In You”su ile birlikte eroin bağımlılığı hakkında yazılmış en vurucu şarkılardan biriydi. Michael Head’in ağırlıklı olarak Liverpool’un haşin mahallelerindeki hayatından kesitleri konu eden sözleri, albümdeki şarkıların çoğunun içeriğini belirliyordu.

Aldığı bütün olumlu eleştirilere rağmen albümün satışından tatmin olmayan London, Shack’le sözleşmesini feshederek grubun tekrar bağımsız şirketlere dönüşünü hazırladı. 2003’te çıkan “Here’s Tom With The Weather”, “Fable”a nazaran daha hafif, yer yer Fountains dönemini andıran pop parçalarından oluşan, görece iddiasız bir albümdü. 15 Mayıs’ta yayınlanan son albümü “The Corner Of Miles And Gil”de ise grubun Strands ve Fable günlerinin verimine yaklaştığını söylemek pekala mümkün. Miles Davis ile Gil Evans’a bir saygı niteliğinde olduğu aşikar olan albümün adının da işaret ettiği gibi caz geleneği, albümdeki birçok şarkının aranjmanında Michael Head’in kariyerinde sıklıkla görüldüğü üzere etkisini yoğun bir biçimde gösteriyor. Bol bol trompet sesi duyduğumuz albümün ilk single’ı “Tie Me Down”, son derece erotik sözlerine bir o kadar da nahif bir melodinin eşlik ettiği, ironik bir açılış parçası. LSD göndermeleriyle dolu “Cup Of Tea”nin nakaratındaki akorlar bana sanki Boston’un “More Than A Feeling”i ile aynı gibi geldi ama rock and roll’un güzelliği de bu beklenmedik benzerliklerde olsa gerek. Albümün en sert parçası “Black And White”ta, John Head’in gitarın hakkını verirken Bob Mould’u aratmadığını not etmek lazım. The Corner Of Miles And Gil özellikle Britanya ve ‘tek kelimelik’ gruplarının içinde bulunduğu fakr-u zaruret ortamında, adadan ümidi bütünüyle kesmemek için iyi bir sebep. Michael Head ise kırkbeşinde, her döneminde kendine özgü, zamansız bir müzik yapmayı başarabildiği yirmibeş yıllık bir kariyeri ardında bıraktı. Samimiyetsiz, sözde hissiyatlı, ağlak müziklerin prim yaptığı bir garip dünyada, gerçek acıyı, hüznü, sevinci ve coşkuyu bir arada ifade etmeyi becerebilen, yalnızca Britanya’nın değil, dünyanın en iyi şarkı yazarlarından biri olarak dimdik ayakta. Sahi, ‘eski okul’ şarkı yazarlarından kim kaldı ki?

*Bant - Haziran/Temmuz 2006

Geveze Genç Adamlar*

Sinemadan ciddi ciddi zevk almaya başladığım 18-19 yaşlarımda, kurulu düzene karşı çıkan, yalnız, ‘cool’ tabir edilebilecek türden film karakterlerine özel bir meylim vardı. Ece Ayhan’ın deyişiyle ‘devlet dersinde öldürülen’ bir çok ‘meçhul öğrenci’ninki gibi oldukça hararetli ve uyumsuz geçen bir okul hayatı, bendeki bu ‘kahramanda kendini bulma’ eğilimini tetikliyor olsa gerekti. Genellikle otobiyografik unsurların ağır bastığı bu karizmatik karakterlerin ön planda olduğu filmlere olan zaafım, zamanla edindiğim iflah olmaz bir samimiyet ve gerçekçilik takıntısının etkisiyle yavaş yavaş azaldı.

Ancak yine de bu dönemde izlediğim birkaç film, söz konusu karakterlerini iyi ya da kötü bütün yönleriyle anlatan mesafeli yaklaşımları ve bunu gerçekleştirirken sıklıkla başvurdukları son derece ince bir ironi ile yazılmış monolog ve diyalogları sayesinde bunun dışında kaldı. Bu filmlerdeki aşağı yukarı hepsi yirmili yaşlarının sonlarında, içinde bulundukları dönemden son derece rahatsız ve bu rahatsızlıklarını mola almaksızın etrafındakilere boca etmekten imtina etmeyen ‘geveze genç adamlar’, İkinci Dünya Savaşı sonrasının farklı dönemlerine ışık tutan, kara mizah ve muhalefeti etkili bir biçimde bir araya getiren unutamadığım birer film karakteri olarak belleğime adeta kazındı..


1950’ler Avrupa’nın büyük bir kısmı için olduğu kadar İngiltere için de buhranlı yıllar demekti. Bir zamanlar ‘topraklarında güneş batmayan ülke’, Hindistan ve Afrika’daki sömürgelerinin birer birer bağımsızlaşması ile imparatorluktan alelade bir devlete dönüşmüştü. İkinci Dünya Savaşı’nın sebep olduğu yıkımdan kendini kurtarması da bir hayli yavaş oluyordu.

İşte John Osborne “Look Back In Anger” (Öfke) oyununu 1956’da tam da bu sosyo-ekonomik sıkıntının tavana vurduğu bir dönemde yazdı. “Öfke”, aynı yıl sahneye koyulmasıyla birlikte İngiliz tiyartrosunu dönüşü olmayacak bir biçimde değiştirecekti. Tiyatro ve daha bir çok sanat dalının, orta ve üstü sınıfların kırsal kesimde ya da banliyölerdeki güzel evlerinde yaşadıkları rahat hayatlarını konu ettiği bir dönemde bu eser sahneyi bir oda bir salondan mürekkep dar gelirlilerin dairelerine taşıyor, Chippendale tarzı yemek masalarının yerini ütü masaları ve derme çatma koltuk ve sandalyeler alıyordu.

Osborne ile birlikte Harold Pinter, Philip Larkin ve Alan Sillitoe gibi yazarlar, “Angry Young Men” (Öfkeli Genç Adamlar) adıyla anılacak, ayrıcalıksız kesimlerin mevcut düzene duydukları öfkeyi dile getiren muhalif bir sanat akımının öncüsü oldular. “Öfke” tiyatroda büyük bir başarı elde edince, zamanın önde gelen İngiliz yönetmenlerinden Tony Richardson oyunu filme almakta gecikmedi. 1958’de Richard Burton’ın ana karakter Jimmy Porter’ı canlandırdığı bu ilk sinema uyarlaması, eserin dünya çapında iyice popülerleşmesini sağladı.

Jimmy alt orta sınıftan gelme, zeki, asabi ve son derece ağzı kalabalık yirmi beş yaşlarında bir genç adamdır. İngiltere’nin iç kısımlarındaki bir şehirdeki tek odadan ibaret dairelerinde birlikte yaşadıkları karısı Alison ise üst sınıftan gelen, sömürge döneminde Hindistan’da yöneticilik yapmış albay bir babanın kızıdır. Jimmy, üniversite eğitimli olmakla beraber, yanlarında kalan arkadaşı Cliff’le birlikte semt pazarında şeker satarak geçinir. Bir yandan da bir gün profesyonel bir caz grubu kurma umuduyla sık sık trompet çalar.

Jimmy’nin, Dostoyevski’nin tabiriyle ‘güzel, yüksek şeyler’e yönelik takındığı müşkülpesent ve küçümser tavır, Alison’ın ‘rafine’ ailesini rahatsız eder. Buna karşılık Jimmy de onlara bol bol sivri ve iğneleyici ‘laflar hazırlar’. Alison’ın annesi için “fazla besili, fazla imtiyazlı bir fahişe”, babası için de “güneşin neden parıldamadığını anlayamayan, Edward devri ormanlarından arta kalan o dayanıklı eski otlardan biri” der.

Öte yandan, Jimmy işinin gücünün “modaya uyan, çekici, şık insanlarla” dost olmaya çalışmak olduğunu düşündüğü annesinden farklı olarak saygı duyduğu babasının ölümünü ise yine hiç haz etmediği Alison’ın okul arkadaşı Helena’ya şöyle anlatır: “…[Babam] İspanya’daki savaştan dönmüştü. Orada, Allah’tan korkan bazı kibar beyler onu öyle bir hale getirmişlerdi ki, daha fazla yaşayacak durumda değildi artık.”

Senarist Osborne’un devrin önemli siyasi olaylarına yaptığı bu göndermelerden de anlaşılacağı gibi Jimmy içinde bulunduğu sınıflı, muhafazakar ve ikiyüzlü kapitalist toplumun neredeyse bütününden yoğun bir tutkuyla tiksinir. Karısının kürtaj isteğini duymazlıktan gelen doktor, her Pazar sabahı yanıbaşlarındaki kiliseden pencerelerine dolan çan sesleri ve ibadethaneyi dolduran mahalle sakinleri, Hindistan kökenli bir satıcıyı ucuz mal sattığı için ve ‘malum’ nedenlerle pazardan uzaklaştırmaya çalışan ırkçı semt satıcılarıyla zabıta memuru ve daha niceleri Jimmy’nin öfkesinin öncelikli sebepleridir. “Öfke”nin çağdaşı “Rebel Without A Cause” (Asi Gençlik) filminde James Dean’in canlandırdığı Jim Stark karakterinden farklı olarak Jimmy ‘sebepli bir asi’dir. “Ne sıkıcı şey Amerikan çağında yaşamak – Amerikalı değilseniz tabii. Hepimizin çocuğu Amerikalı olur belki” der Jimmy ‘yeni imparatorluğa’ dair oldukça erken bir tahminde bulunup trompetine üflerken.

Eserin belki de bir kuşağın halet-i ruhiyesini en iyi anlattığı monoloğunda Jimmy şu tespiti yapar: “Öyle sanıyorum ki bizim kuşağımız bir dava için ölemeyecek. 1930’larda, 40’larda, biz daha çocukken her şeyi yapmışlar bizim için. Uğrunda ölmek için iyi, cesur davalar kalmadı artık. Büyük darbe iner de, hepimiz öldürülürsek eski, muhteşem tarzda olmayacak bu. Önemsiz ve budalaca olacak. Kendini bir otobüsün altına atarcasına gayesiz ve şerefsiz. Hayır, yapacak bir şey kalmadı bize oğlum, kadınlar tarafından parça parça edilmekten gayrı.”

Tabii Jimmy’nin bu çok güzel formüle ettiği müstehzi ve zeka fışkıran laflarının muhatabı ekseriyetle Alison’ın ya da Helena’nın kendileri, yani kadınlarımız olur. Jimmy’nin öfkesi çağladıkça çağlar, ama bir iki parçalama teşebbüsünden sonra her iki kadın da son kertede Jimmy’nin ‘vahşi cazibe’sine karşı koyamazlar. Ancak “Öfke”yi seksist ya da misojinist bir eser olarak damgalamadan önce dönemin gerçeklerini göz önünde bulundurmak gerekir. Diğer bir çok ülkede olduğu gibi, 1950’lerin İngiliz toplumunda da kadının yeri henüz büyük ölçüde aile ve yakın çevresiydi. 1950’lerden sonraki kuşakların meyvelerini yediği nispi ekonomik hareketlenme ve beraberinde artan oranda siyasallaşan bir gençliğin talepleri doğrultusunda elde edilen yeni demokratik haklar ve feminist hareketler, sanatta da muhalefetin vurgusunun sınıftan, toplumsal cinsiyet ve genel olarak bireye yönelmesine yol açtı. Bu açıdan bakıldığında “Öfke”nin dönemin gerçeklerini yansıtarak, bir kısım bağlamından sapmış idealist eserden çok daha sağlam ve gerçekçi bir muhalefet stratejisi izlediğini söylemek daha doğru olur. Diğer bir deyişle, Jimmy’nin çelişkileri bir kuşağın çelişkileridir. Karakteri sevip sevmemek eserin tutarlılığını değiştirmez.


Nitekim onbeş yıl sonra Manş’ın öte yanına geçtiğimizde, özellikle cinsel devrim adına boğazın üstünden çok sular aktığını görmemiz pek de zor olmaz. Fransız yönetmen Jean Eustache’ın, 1973’te çektiği kariyerinin en önemli filmi olarak gösterilen üç buçuk saatlik “La Maman Et La Putain”da (Anne Ve Orospu) Mayıs 1968 Paris öğrenci olaylarının ve işçi hareketlerinin amacına ulaşamamasının hayal kırıklığını üstünden atamamış bir kuşağın umutsuzluğunu ve yeniden şekillenen cinsiyetler arası ilişkileri, Osborne gibi ağırlıklı olarak ana karakter ve çevresindekilerle girdiği diyaloglar üzerinden anlatır. Amerikan bağımsız sinemasının babası John Cassavetes’in çiğ, yapmacıksız anlatımını vatandaşı Bresson’un realizmiyle birleştiren Eustache, büyük ölçüde otobiyografik bu filminde az sayıdaki karakterlerini ağırlıklı olarak yakın plan tekniğiyle ve siyah beyaz çekmeyi tercih etmiştir.

Jean Pierre Leaud’nun canlandırdığı ana karakter Alexandre, aynen Jimmy gibi neredeyse aralıksız konuşmakla birlikte, Jimmy’nin samimi öfkesinin üstesinden sinsi bir hesaplılıkla gelmiş gibi duran, son derece egoist, pozcu ve soğuk, yirmili yaşlarının sonlarında bir genç adamdır. Kendinden birkaç yaş büyük butikçi Marie ile yaşar. İşsizdir. Zamanının çoğunu elinde bir kitap ya da gazete, Paris sokak ve kafelerinde kız peşinde koşarak geçirir.

Alexandre 1968 olaylarıyla ilgili bir anısını müdavimi olduğu kafede “Mayıs 1968…Bu kafedeyiz. Herkes ağlıyor. Kadınlar, erkekler, çocuklar, yaşlılar, herkes… Neden mi? İki dakika önce polis göz yaşartıcı bomba atmış” diye anlatırken, dönemin ruh halini neredeyse absürd bir mizah anlayışıyla ortaya koyar. Aynı temaya bir metafor olarak filmin bir çok anahtar diyaloğunda tekrar rastlanır. Filmin başlarında aşık olduğunu ve evlenmek istediğini açıkladığı eski sevgilisi Gilberte ile olan bir konuşmasında, kızın bir başkasıyla evleneceğini öğrenmesinin ardından Alexandre, Jimmy’nin Alison’a ve Helena’ya yaptığına benzer bir biçimde, kızı üst sınıfa mensup olmasından yola çıkarak ağır bir biçimde eleştirir: “Para için evleniyorsun. İyileştiğini sanıyorsun ama bayağılığı seçiyorsun. Mayıs 1968’den sonra Paris’in hali gibisin…Bir yöneticinin karısı olacaksın. Mükemmel bir çift…Ama dikkat et! Temelleriniz sakat. Aileler her zaman kaybeder.”

Evlilik ve aile kurumundan yana yapılan tercihi, merkezi otoritenin yeniden sağlanmasıyla özdeşleştirebilmek için şüphesiz 1960’lar ve sonrasına özgü bir radikalizmden nasibini almış olmak gerekir. Büyük ölçüde ahlaki çöküş ve nihilizmin gündelik hayatındaki ilişkilerini belirlediği bohem denebilecek bir çevrede takılan Alexandre dairesine uğradığı bir gün en yakın arkadaşını bir tekerlekli sandalyede volta atarken bulur. Sandalyeyi nereden bulduğunu sorduğunda arkadaşı “Çaldım” diye yanıtlar. “Kimden çaldın?” diye sorunca karşılaştığı yanıt ise daha da anlamlıdır: “Kimden olacak? Sakatın tekinden.” Durum hakikaten vahimdir, refah devleti ahlakı can çekişmektedir, Jean Jacques Rousseau’nun kemikleri sızlamaktadır.

Başlangıçta kadınlarla ilişkilerinde dizginleri elinde bulunduruyor gibi görünen Alexandre’ın iktidarı, genç bir hemşire olan Veronika’nın hayatına girmesiyle oldukça sarsılır. Entelektüel olarak Veronika’nın Alexandre’la aşık atacak bir birikimi yoktur. Bir konuşmalarında Alexandre onunla “Çok güzel şeyler söylüyorsun. Daha önce ezberliyor musun bilmiyorum ama kötü filmlerde buna ‘mesaj’ deniyor” diyerek dalga geçer. Ancak Veronika neredeyse yaptığı her şeyde Alexandre’dan çok daha samimidir ve özellikle cinsellik konusundaki açıklığıyla Alexandre’ın kıskançlık, bağlılık ve genel olarak kadın-erkek ilişkilerine olan yaklaşımını kökünden zorlar. Filmin ilk iki buçuk saati boyunca neredeyse kesintisiz konuşan Alexandre, Marie ile Veronika’nın arasındaki diyaloglara ancak seyirci olarak katılabildiği son bir saatte yüzündeki sahte ifadelerden yavaş yavaş arınır ve sonunda şaşkın, yaralı bir yaratık olarak Veronika’ya kelimenin tam anlamıyla teslim olur. Jean Eustache, derin toplumsal değişimler, kültürel yabancılaşma ve hezimetle sonuçlanan bir devrim girişimiyle hesaplaşmaya çalışan bir kuşağın tramvasını, Alexandre’ın büyük ölçüde kadınlar arasında geçen bu serüveni vasıtasıyla anlatır.


Umutsuzluk, nihilizm ve ahlaki çöküntüyü yirmi sene sonra İngiliz yönetmen Mike Leigh daha da ileri bir boyuta taşır. 1993 yapımı “Naked” (Çıplak), 1980’li yıllarda çektiği, genellikle Ken Loach’un aşırı didaktik üslubundan arınmış gerçek anlamda sosyal-gerçekçi filmlerle tanınan Leigh’in tartışmasız en huzursuz edici filmidir. Manchesterlı Johnny tecavüz olma olasılığı yüksek bir cinsel ilişkiyi müteakip çaldığı bir araba ile soluğu Londra’da, eski sevgilisi Louise’in diğer iki kız arkadaşıyla paylaştığı evinde alır.

Jimmy ile Alexandre’dan farklı olarak Johnny, karşısına toplumun yanında ceza hukukunu (ya da devleti) da almış, ancak onların kendileri gibi keskin zekalı, eğitimli ve hazır cevap bir akranı olarak karşımıza çıkar. Zira, film boyunca uzun süre bir yerde kalmasının dikkat çekici olabileceğini düşündüğünden olsa gerek, kendini Londra’nın en düşmüş sokaklarına atmıştır. İçinde bulunduğu kaçış süreci, Johnny’nin birbirinden ilginç karakterlerle girdiği yoğun diyaloglar esnasındaki çılgın enerjisini tetikleyen etkenlerdendir.

Johnny’nin halet-i ruhiyesi, Jimmy’nin idealizminden kaynaklanan öfkesiyle Alexandre’ın nihilizminin bir uzantısı olan duyarsızlığı ve soğukluğunun bir bileşimi gibidir. Toplumsal düzenin iyice monotonlaştığı, insanların neredeyse alternatifsizliğine razı edildiği 1980’lerin neo-liberal sosyo-ekonomik sistemini, Thatcherizm’i yaşamış genç bir adam olarak, umutsuzluğu ve saldırganlığı anlaşılır niteliktedir.

“Çıplak”ı, “Öfke” ya da “Anne Ve Orospu”dan yaklaşım olarak ayıran en belirgin özellik modernizme ve genel olarak batı medeniyetine getirdiği eleştirilerdir. Johnny bir kafede tanıştığı garson kızın kaldığı eve gittiğinde şöminenin üstünde duran disk atan Antik Yunanlı adam heykelini göstererek “Bak, pizzacı!” der. “Ev sahipleri eşcinsel galiba?” diye de ekler. Avrupamerkezci batı modernizminin Antik Yunan saplantısıyla kafa geçmektedir. ‘Uygarlık savaşı’nda bununla da yetinmez Johnny, yine rastgele uğradığı orta yaşlı bir kadının evinden bir çanta dolusu kitap alıp tüymeden önce masanın üstünde bulduğu kitaba bakıp “Jane Austen by Emma" der. Modern İngiliz edebiyatı da nasibini alır bu saldırıdan. Johnny içi bomboş görünen yeni bir binanın güvenlik görevlisi ile giriştiği varoluş tartışması içinde adama bir ara “Ne yapıyorsun bu postmodern gaz odasında?” diye sorar. Adamın "I watch over space” (boşluğu gözetliyorum) demesi üzerine “Ama bu saçma çünkü birisi içeri girip bütün boşluğu çalabilir ve bunu sen asla fark edemezsin” diyerek, özellikle dönemin neo-liberal politikalarının güvenlik sektörüne talep yaratmak için pompaladığı güvenlik paranoyasını da isabetli bir biçimde ‘ti’ye alır.


Mike Leigh de tıpkı John Osborne gibi “Çıplak”ı içerdiği cinsel şiddet sahneleri yüzünden seksist, misojinist ya da pesimist bulan sözde muhalif, özde ise muhafazakar ve optimizm uğruna gerçekleri yansıtmaktan kaçınan bir kesim tarafından eleştirildi. Kendilerine kalsa şablonla çizilmişçesine tekdüzeleşecek bir sanat, ne yazık ki ne kadına yönelik şiddetin artarak devam etmesine, ne de elli yıllık bir dönemin en önemli filmlerinden üçünü bu satırlarda bağrımıza basmamıza ve tavsiye etmemize engel oluyor. Sonuçta hepimiz sinemayı bir ölçüde algımızı genişletmek ve üslup her ne kadar gerçeküstü olursa olsun, ‘şeyleri’ bilmek ve kavramak için bir araç olarak görmüyor muyuz? Öyleyse çıkartalım pembe gözlük ve kulaklıklarımızı, bırakalım geveze genç adamlar anlatsınlar. Hem zaten onlar da bizim her yönümüzle kendilerine benzememizi isterler miydi ki?



*Bant - Haziran/Temmuz 2006