<$BlogMetaData$

19 April 2007

Sentezin Esrarengiz Ustası: Mustafa Özkent*

Maymunlar hepimizin atası olmalarının yanında, insanlarda görülen birçok ölümcül hastalığın virüsünü bulaştırmakla da ünlenmiş sevimli yaratıklardır. Yine maymun kaynaklı bir hastalık vakasıyla karşı karşıyayız. Ama bereket versin ki bu kez virüs ölümcül değil, aksine insana hayat veren cinsten. Orijinal kapağına bakılırsa, kayıtlarına bir maymunun da karıştığı anlaşılan, 34 yıl önce Türkiye’de yapılmış esrarengiz bir albüm, yeniden basıldığı geçtiğimiz Ekim ayından beri az rastlanır bir müzikal sentez virüsünü dünyanın dört bir yanına yayıyor, Brezilya’dan Çin’e, Güney Afrika’dan Finlandiya’ya birçok ülkede iyi müzik düşkünlerini hastası ediyor, şaşkınlık ve keyiften adeta maymuna çeviriyor.



Her ne kadar klişeleşmiş bir ifade de olsa yüzünü Batı’ya dönmüş bir coğrafyanın çocuklarıyız. Okuduğumuz kitaplardan izlediğimiz filmlere, kullandığımız markalara kadar birçok tercihimizi sıklıkla Batı menşeli ürün ya da yaratılardan yana yapıyoruz. Türkiye insanının yüzyıllardır farklı kültür ve uygarlıklarla girdiği türlü ilişkilerin, toplumsal kimliğine olan etkileri üzerine bir tartışma elbette bu yazının kapsamını aşar. Ancak şu kadarını söylemek herhalde yanlış olmaz: Sınırlarını çizmek ne kadar zor olursa olsun, Batı medeniyetinin karakteristik unsurları bu ülkede yaşayanlar olarak hepimizin hayatına belirli ölçüde nüfuz etmiş, bizi farklı derecelerde de olsa tanımlamış durumda. Bu durumun etkilerini müziği algılayışımızda da görmek mümkün. Bir çoğumuz özellikle ilk gençlik yıllarımızda Batı müziğini dünya üzerindeki yegane müzik formu olarak benimsiyoruz. Batı düşüncesi gibi, Batı müziği dediğimiz şeyin de aslında farklı kültür ve uygarlıklardan beslenen bir yaratı alanı olduğunu, dünya kültür mozayiğini oluşturan kendimizinki dahil birçok geleneğin, ilgimizi en az sandığımız kadar homojen olmayan Batı geleneği kadar hak ettiğini anlamakta zorlanıyor, gecikiyoruz. Çok değil özel televizyonların açıldığı 20 yıl öncesine kadar, sahibi olduğu kanalda yalnızca havzasında duymak istediği müzik türlerinin yayınını yaparak yurttaşlarının işitsel tercihlerini yönlendirmekten imtina etmeyen ‘düşünceli’ devletimizin de katkılarıyla bilinçsiz, hatta şizofrenik birer müzisyen ya da dinleyiciye dönüşüyoruz. Hal böyle olunca tarih boyunca bu topraklardan çıkan düşünce ve sanat formlarınının özünü oluşturan farklı geleneklerin etkileşiminden nasibini alan özgün ve karakterli müziklerin yaratılması da oldukça zorlaşıyor; Batı taklitçiliği, bilinçsiz, yavan bir sentezcilik ve son derece muhafazakar bir geleneksel müzik anlayışı yaratılan müziklere büyük ölçüde damgasını vuruyor.

Öte yandan içinde bulunduğumuz post-modern dönemde gerek Batı, gerekse Batı dışında kalan dünya gelenekleri artan bir biçimde bugüne kadar kendilerini tanımladıkları sınırları sorgulama ve bu sınırları zorlayan farklı kültürler ile bu kültürler arasındaki etkileşimleri eskisinden çok daha dinamik bir biçimde kavrama eğilimindeler. Bu karşılıklı açılımın kaçınılmaz bir sonucu da çeşitli geleneklerin kendine özgü ve kişilikli bir biçimde bir potada eritildiği müziklerin giderek daha fazla rağbet görmesi oluyor. İdeal sentezi başarıyla kotaran müzikler haliyle oryantalist müzik endüstrisinin yoz ve yavan, ‘mucizevi’ dünya müziği formüllerinin dışında kalıyor ve ‘işi bilen’ bağımsız ya da alternatif plak şirketlerinin sahiplenmesiyle dünyanın dört bir yanındaki iyi müzik dinleyicilerine ulaşıyor. Bu tür bir küresel müzikal bilinçlenme sayesinde hak ettiği ilgiyi 34 yıl kadar geç de olsa görenlerden birisi de Türk müzisyen Mustafa Özkent. Özkent’in 1973 yılında dönemin önde gelen Türk caz müzisyenleriyle birlikte kaydettiği ‘Gençlik İle Elele’ albümü, İngiliz Finders Keepers plak şirketi tarafından geçtiğimiz yıl yeniden basıldı ve son 6 ayda dünyanın birçok yerinde en çok dinlenen albümlerden biri oldu. Üsküdar’a Giderken, Silifke’nin Yoğurdu, Burçak Tarlaları gibi popüler halk ezgilerini dönemin Batı kaynaklı müzikal akımlarıyla olağanüstü bir biçimde harmanlayan Mustafa Özkent’le, ‘Gençlik İle Elele’nin hikayesinden yola çıkarak, dünyanın dört bir yanında en çok satan albümler listelerine girene kadar Türkiye’de hak ettiği ilgiyi görmeyen 47 yıllık müzikal kariyeri üzerine konuştuk.


‘Gençlik İle Elele’ ilk çıktığından 33 yıl sonra yeniden yayınlanmasının ardından dünya çapında inanılmaz bir ilgi görüyor. Bu başarınıza çevrenizden ve müzik piyasasından gelen tepkiler nasıl?

Gurur duyan var, duymayan var, küçümseyen var, kıskanan var, önemsemeyen var. Böyle çeşitli kategoriler var yani. Bütün bunların üzerine güzel bir sürpriz oldu, albüm MTV Shop ve Sony Shop’a girdi. Ama esas kazanç bence dünyada bir Türk’ün, bizden olan birinin bir başarı sağlaması. Yani ülke olarak bir övünç kaynağı olması lazım bunun, öyle değil mi?

Dünya çapında başarı elde eden sanatçılarımıza karşı takındığımız küçümseyici ya da umursamaz tavır, sanki genel olarak öngörüden yoksun, aşırı duygusal bir toplum olmamızın bir sonucu. Orhan Pamuk’un Nobel’i almasında da benzer bir durum yaşandı; Türk edebiyatına, Türk sanatına verilen bir ödül, dönüp dolaşıp sahibinin bir görüşü yüzünden iç düşman haline getirilmesine, hatta hedef gösterilmesine kadar uzandı. Aynı şekilde, bir Türk sanatçısı olarak Mustafa Özkent’in başarısı Türkiye’ye olan ilgiyi arttıracak, zaman içinde belki benim yapacağım müziklere de talep artacak gibi düşünemiyoruz herhalde.

Evet. Zaten yurtdışında basılan albümün iç notlarında birçok Türk sanatçının adı geçiyor. Bunlardan Selda Bağcan’ın bir albümü Finders Keepers tarafından tekrar basıldı bile.

Yabancı basın da albümlere hemen ilgi gösterdi. İngiliz “Dazed And Confused” dergisi geçenlerde bize sizinle ve Selda Bağcan’la ilgili sorular sordu, nerede olduğunuza, neler yaptığınıza dair…

Selda için Türk Joan Baez’i diyorlar zaten. Ne kadar güzel bir şey.

O da (bence haklı olarak) ben daha iyiyim diyor…

O başka. Aslında iyi de yapıyor. Bizimkiler hiçbir lafı boşuna söylememişler, çok güzel sözlerimiz var, “Fazla mütevazı olma inanırlar” mesela. Ben 47’nci yılımı doldurmuşum bu meslekte, tevazudan başka bir şey bilmem. Bugüne kadar 300 prodüksiyonum, 3000’in üzerinde de aranjmanım var. Yaptığım hiçbir albümün kapağında resmim yoktur, kendimi tanıtmak adına hiçbir şey yapmamışım. Kaderin garip bir cilvesidir ki ‘Gençlik İle Elele’nin maymunlu kapağı, ABD’de bir yerde en iyi kapak seçildi… Ben bu saatten sonra reklamımı yapsam ne olur, yapmasam ne olur? 100,000 satsam ne olur, 50,000 satsam ne olur? Bu başarı Türkiye için bir olaydır, bunu paylaşmak istiyorum, bunu halk görsün, öğrensin istyorum. Şu noktadan sonra benim hakkımda iyi kötü ne yazılırsa yazılsın benim için hiç önemli değil. Benim albümüm kendini ispat etti, dünyayı bir virüs gibi sardı zaten. Beni sadece Türkiye’de olayın duyurulması ilgilendiriyor. Ancak bir şey beni memnun ediyor, biz bu albümü yaptığımız sıralarda bizden olana tu kaka diyen gençlik şimdi artık din, dil, ırk, tarz, ülke ayrımı yapmıyor, güzel bir şey buldu mu gidiyor, yapışıyor. Artık Türkiye’de, dünya çapında, iyi müzikler yapılıyor, gençlik onları cımbızla ayıklar gibi seçiyor. O aşağılık kompleksinden bir nebze olsun kurtulduk. TRT’den aradılar dün, televizyona çağırıyorlar. Ben 1984’te TRT’yi mahkemeye vermiştim. Eski bir TRT’ci olarak “türküleri katleden” bir insanı programa çağırmaları çok enteresan gerçekten. O zamanlar ‘Gençlik İle Elele’ tarzında türkü yorumlamak vatan hainliğiyle eşdeğerdi TRT’nin gözünde.

Peki sizce nedir Gençlik İle Elele’nin bu kadar ilgi görmesinin sebebi? 34 sene önce yaptığınız bu albüm bugün sizin için neler ifade ediyor?

Açıkça söylemek gerekirse ben şu anda ‘Gençlik İle Elele’yi pek beğenmiyorum. Zaten beğensem orada kalırdım. Öğrenmenin, kendini geliştirmenin sonu yok, insan ömrü yetmiyor. İnsan araştırdıkça ses konusunda iyice hassaslaşıyor, müzik içinde normalde duymayacağı titreşimleri algılamaya başlıyor. Gitara ilk başladığım zaman sololar yapardım, kendimi dünyanın en büyük gitaristi sanırdım. Cahilim, özgürüm, bakirim… Cazı inceleyip emprovizasyonun ne olduğunu, nasıl yapıldığını öğrendikçe, korkmaya, kısıtlanmaya başladım. İşi toparlayıp yaratıcılıkla birleştirmeye başlamak 3-5 senemi aldı. Yaratıcılıkla akademik kariyerin birleştiği, ideal sentezin ortaya çıktığı nokta işte bu. Ben bunu ‘Gençlik İle Elele’de yakalamışım. Başarılı bir sentez ancak merakla, araştırmayla, çok yönlü olmakla mümkün olabiliyor. ‘Gençlik İle Elele’de müthiş bir sentez var, zaten başarısı da bundan kaynaklanıyor. Herkes kendinden birşeyler buluyor. Brezilya’da sürekli ‘Ayaş’ı çalıyorlar çünkü karnaval ritmi var. Öbür taraftan caz listesine giriyor çünkü cazcı da dinliyor, beğendiği bir şey buluyor orada.

Biz ‘Gençlik İle Elele’nin Serge Gainsbourg’un başını çektiği 1960’lı yılların ‘ye-ye pop’ akımı, dönemin diğer ‘kitsch’ müzikleri ve James Brown’dan evrilen bir tür çiğ funk ekolünden de esintiler taşıdığını hissettik.

Kesinlikle. James Brown ile de büyük benzerlik var. Incredible Bongo Band ya da Os Mutantes gibi gruplarla da benzerlikler kuruluyor, ben bunları bilmezdim sonradan dinledim ve bizim müzikle bir ilgisi olmadığını düşündüm. Şimdi ben belki karşılaştırıldığım Jimi Hendrix, Carlos Santana gibi gitaristlerin yaptığı şeyleri yapamam, ama onlar da benim yaptığımı yapamaz. Diyorlar ki “Bunda caz var, pop var, rock var, latin var, hip-hop var. Ama bütününde adam öyle bir şey çalmış ki bunda herşey var.” Bu albümün kimsenin aklına gelmeyen en büyük avantajı ise enstrümental olması. Geçen internette okuduğum bir kritikte “O aptal vokalleri bunun üstüne koymamış, ne iyi yapmış” diyor, enstrümental olmasından övgüyle bahsediyor. Oraya bir şarkıcı koysaydım ben dağılırdı iş. Murat Beşer, ‘Gençlik İle Elele’de free caz etkileri bile gördüğünü söyledi. Ben hiç bu açıdan bakmamıştım, ama sonra baktım hakikaten bazı yerlerde artık nota falan bitmiş, artık çığlık çığlığa bağırıyor müzik. Burçak, Dolana, Zetinyağlı gibi parçalarda özellikle. Bir parçada da üstteki solo tamamen bir segah alaturka taksim. Zaman zaman tam Doğulu, zaman zaman tam Batılı oluyor. ‘Gençlik İle Elele’de mesela altyapı ilginç bir biçimde tamamen Batılı. Hem de Batı’da bile kolay kolay yapılamayan bir Batılılık var.

Gençlik İle Elele’den sonra neler yaptınız? Bir Avrupa maceranız var galiba?

1975’te Hollanda’ya gittim. Belçika, Kanada ve Fransa’da kaldım. Onun haricinde Almanya’da da bulundum.

Neden döndünüz?

Montreal’den sonra Brüksel’deki evime döndüm. Dünya çapında bir orkestra olan Siggi Gerhard orkestrasından sözleşme teklifi aldım. 6 ay Almanya’da, 6 ay İskandinav ülkeleri ve Japonya’da dünya turnesi yapıyorlar. Sene 1977. Sözleşme yapmak üzere Köln fuarına gittim, test-play yaptık, sözlü olarak herşeyde anlaştık. Brüksel’e döndüm, o sırada beraber askerlik yaptığım, en samimi arkadaşlarımdan biri bir grupla Brüksel’de kabarede çalışıyordu. “Ne işin var bu gavurlarla? Gel bizimle çal. Kontratımız da var, dünyayı gezeceğiz. Hem sen bizim orkestrayı toparlarsın, aranjörlüğün de var.” dedi. “Peki” dedim, “Arkadaşlarımla, vatandaşlarımla çalışırım, Türkler olarak daha iyisini yaparız” diye düşündüm, Alman grupla sözleşmeyi imzalamadım. İşte bu kafa var ya, insanı bazen ileri götürür, bazen de batırır. 3 ay boyunca orkestrayla provalar yapmışım, repertuarı hazırlamışım. Her akşam gidiyorum bir saat çalıyorum, para aldığım da yok. Onlar beş kişi çalarken ben dışarıdan orkestra otursun diye katkıda bulunuyorum. Bir akşam yine gittim, baktım bir soğukluk var, “Ne oldu çocuklar?” diye sordum: “Ya sorma Mustafa, bizi buradan bırakmıyorlar, illa ki kalın diyorlar, önümüzdeki ay itibarıyla yeni sözleşme teklif ediyorlar” dediler. “Daha iyi olur, birkaç ay daha burada çalışırız, orkestra daha iyi oturur” dedim. “Yok anlamadın, sen yoksun. Sözleşmeyi beş kişi imzaladık” dediler. “O zaman altıya çıkarın, ben bir ideal uğruna herşeyimi bırakmış gelmişim” dedim. “Yok işte onu da yapamayacağız” dediler. Türk’ün Türk’ten başka düşmanı yok. Döndüm geldim buraya, geliş o geliş… Onlar da bir iki ay daha çalışıp dağıldılar. Ne diyelim, kısmet…

Ondan sonraki dönem sizin müzikal çalışmalarınız açısından daha farklı bir dönem. Özellikle 80 sonrasında genel olarak müzik de belki biraz daha kısırlaşıp, ticarileşmiyor mu?

80’den sonra bilgisayarla yapılan müzik alıp yürüyünce işin tadı kaçtı. Tam o sırada Arif Susam tavernaları patlamış. Ben oturup Arif Susam dinlemem. Ama iş bu, profesyonelce yapıyor adam, belirli bir tarz. O zaman prodüktör beni çağırıyor, “‘Kurtuluş’u sana veriyorum, aynı Arif Susam gibi taverna yap” diyor. Yani belirli klişelerden tutturup, iş sipariş ediyor bana. O zaman benim ne özgürlüğüm kalıyor, ne yapmak istediğimi yapabiliyorum. O klişelere, kalıplara mahkum oluyorum. Ama ‘Gençlik İle Elele’de ne oluyor? O sırada Evren Plak’ın ortağı, albümün de prodüktörü olan Ali Avaz bana geliyor, “Hocam biz kendi çocuklarımızı kendi müzikleriyle dans ettirelim, al eti senin kemiği benim” diyor. Bana fikri veriyor, sonra çekiliyor. O zaman ben rahatım. O zaman ben kanımda, ciğerimde, beynimde ne var hepsini oraya koyabiliyorum. İşte ideal sentez o zaman çıkıyor ortaya… 80’den sonra bilgisayar ve davul makinesinin işin içine girmesi yapımcıların işine geldi, çünkü maliyet düştü. Aranjörlerin işine geldi, çünkü ellerinin altında, müziği istedikleri gibi yapıp bozabildikleri bir laboratuar oldu. Şimdi ne nota, ne armoni, ne de kompozisyon bilen bir adam, bilgisayardan iki tane ritim, üstüne de iki tane abuk subuk laf koyup bir şarkı yapıyor, bir de üstüne o şarkı tutuyor. Ama bilgisayar ve davul makinesiyle yapılan müzikte, stüdyo kayıtlarındaki doğallık, çalan insanın becerisi, ustalığı yok tabii, sound’un doğallığı da kayboluyor. Cezmi Başeğmez gibi bir davulcu geldi mi Türkiye’ye? Yeni dönemlerde çok iyi müzisyenler var. Laço Tayfa, şu yeni çıkan Dolapdere Big Gang… İyi müzisyenler belli ama yolları yanlış. Tereciye tere satıyorlar, Michael Jackson’ı alıp Amerika’ya satmak gibi bir şey yaptıkları. Öte yandan Hüsnü Şenlendirici mesela ilah gibi bir adam, şu anda dünyanın en büyük klarnetçisi. İmkan olsa da gelse bana “Ya hocam bana bir enstrümental parça yapsana” dese, acaba nasıl bir şey çıkar? Dünya pazarına sunma açısından benim en büyük hayalim geçmişte bazı İngiliz grupların yaptığı gibi büyük orkestrayla senfonik caz ve rock tarzında, alaturka şarkı ve türküleri yorumlamak. Mesela Üsküdar’a Giderken’i isterim ki Hüsnü Şenlendirici, Ercan Irmak, Erkan Oğur çalsın. Yine de benim aklımdaki tam senfonik bir anlayış da değil. Orada da farklı, ideal bir sentez olacak elbet.

‘Gençlik İle Elele’deki kadroyu bir araya getirip konser vermeyi ya da yeni projeler yapmayı düşünür müsünüz?

Murat Beşer “Hocam ne olur Balans’ta konser yapalım” dedi. Onur duydum ama biz o grubu bugün nasıl bir araya getireceğiz? Herkes bir tarafta, o insanlar hayattayken başkalarıyla da olur mu? Ayrıca o insanlar o zamanki müziği bugün ne kadar çalabilirler? Ben kendi şahsıma onun aynısını o tarzda çalamam, çünkü 20 yıldır alaturkadan başka birşey yapmamışım. Yaptığım şeyler ortada. 1981’de yaptığım ‘Elif’ mesela çok farklı, alaturka bir albüm. Tekrar o moda girmem biraz zor… Projelere gelince, ‘Elif’in devamı niteliğinde olan, geçen sene çıkan ‘Dijital Gitar’ çalışması var mesela. Ama onun bütün dünyada şansı yok, Türkiye için yapılmış bir şey, ‘Gençlik İle Elele’deki sentez yok o albümde. Çeşitli tarzları bir araya getiren bir çalışma olan caz orkestrasıyla oyun havaları projem ise önümüzdeki ay çıkacak.

*Bant - Mayıs 2007