<$BlogMetaData$

23 October 2006

İstanbul’da Plak Sevmek: İğnenin Ucunda Deveran*

Çocukluğumuzda birçoğumuza işlevinin ötesinde, bir yönüyle büyülü gelen bazı objeler vardır. Küçük yaşta amacına uygun kullanılması pek de mümkün olmayan bu icatlarla zaman zaman uygunsuz biçimde haşır neşir oluruz. Bu bazılarımız için babamızın traş makinesi ya da annemizin makyaj malzemeleri olabilir. Onlara oyuncak muamelesi yapar, bol bol azar işitiriz.

Benim oyuncak koleksiyonumda da işlevinden sapmış, oldukça nadide parçalar vardı. Bunlardan biri babamın yağmursuz günlerde işe giderken yanına almadığı şemsiyesi, diğeri de annemin pikap bozuk olduğundan dinleyemediği plaklarıydı. Şemsiyenin salona çadır kurarken yararlanmanın dışında caydırıcı bir işlevi de olduğunu, babamın evden çıkarken şemsiyesini arayıp da bulamadığı bir günün akşamı sırılsıklam olduğu halde eve döndüğünde, üzerimden kapıp bana doğru tutma biçiminden anladım. Ev sınırları içinde uzun süre frizbi işlevi gören plakların aslında ne için olduğunu öğrenmem ise, Ankara’ya ziyarete gittiğimiz dayımın pikaba Stevie Wonder’ın “Superstition” 45’liğini koyduğu beş yaşıma kadar sürdü. O zamana kadar yan apartmandaki Belçika kurdundan bile çok evdeki bozuk pikaptan korkan ben, iğne ile balmumunun bu tuhaf uyumu karşısında oldukça şaşırmış, hatta büyülenmiştim. Müzik güzeldi, ‘müziği görmek’ daha da güzeldi. Anlaşılan ne bozuk pikaptan korkmanın, ne de evin içinde plakları atıp tutmanın alemi vardı.

İşin kötüsü bizim pikap bir türlü onarılamadı ve kaset teknolojilerinin altın çağını yaşadığı seksenli yılların ortalarına kadar evde, dönemin siyasal halet-i ruhiyesi ile adeta uyum içinde, büyük ölçüde sessizlik hüküm sürdü. Ancak, biraz geç de olsa müzikle CD devrimi öncesinde plak yoluyla tanışmış olmamın, on beş yaşındayken daha pikabım bile olmamasına rağmen plak satın almaya başlamamda herhalde önemli bir etkisi oldu. Gerçi bugüne kadar ne kendimi bir plak koleksiyoncusu olarak niteleyebilecek sayıda değerli plağım oldu, ne de sevdiğim her albüm ya da parçayı plak formatında edinecek maddi olanağım. Ama bundan on sene önce, İstanbul’un gedikli plakçılarından Deniz Pınar’ın o zamanlar Narmanlı Han’daki dükkanında bulduğum Can’in “Ege Bamyası” plağını daha yeni satın alabildiğim pikabıma koyduğumda, bir analog kayıt teknolojisi ürünü olarak plağın, ses kalitesi açısından kendinden sonraki analog ve dijital müzik formatlarına olan tartışılmaz üstünlüğüne de kani oldum.

İlhan Mimaroğlu, tam da o sıralarda yayınlanan bir köşe yazısında şöyle diyordu: “İğneyle ruh çağırırdık o günlerde. 78’lik bir Duke Ellington’a iğneyi koyduk mu gelirdi ruh. Bugün ruhla ruh çağırılıyor. Lazer denen bir ruhla. Arada bir de geleceği tutuyor…”.[1] İnternet üzerinden müzik paylaşımının iyice yaygınlaştığı son beş yılda mevzubahis ruha rastlamanın bir hayli zorlaştığı su götürmez bir gerçek. Ses kalitesi görece ne kadar düşük olursa olsun, sanal müzik paylaşımının müzik dinleyicisine sağladığı olanaklar inanılmaz boyutlarda. Ancak orijinal plak ve CD fiyatlarının gittikçe arttığı bir dönemde, zaten ortaya çıktığı 1960’lı yıllardan bu yana ayrıcalıklı bir kesime hitap eden plak koleksiyonculuğu giderek daha da elit bir hobiye dönüşüyor. Durum böyle olunca, bu gelişmelerden en olumsuz etkilenen kesim yine ses kalitesi konusunda hassas ama alım gücü yetersiz olan müzik düşkünleri oluyor. Görünen o ki, iğneyle ruh çağırmadan önce masaya, üzerinde harfler yazılı basit kağıt parçaları değil, bol miktarda 100 YTL’lik banknot koymamız gerekiyor.

Ünlü Kanadalı iletişim kuramcısı Marshall McLuhan, “Understanding Media: The Extensions of Man” adlı eserinde bir toplumda baskın iletişim aracı değişince, eski aracın asıl işlevini yitirdiğini, bu yüzden de kendini eski işlevini gözetmeksizin yeniden şekillendirdiğini söyler.[2] Gerçekten de müziğin analog plak ya da kaset formatından, CD ve hard disk gibi dijital ortamlara aktarılması, eski teknolojilerle üretilmiş kayıtlara aslında sahip olmadıkları bir parasal değerin biçilmesine neden oluyor. Dijital kayıt teknolojisi ve internet üzerinden müzik paylaşımı yaygınlaştıkça, plak ve genel olarak analog müzik teknolojisi, artan oranda bir fetiş halini alıyor.

Diğer yandan, koleksiyoncular için plak alımı gittikçe “High Fidelity” (Yüksek Sadakat) filminden aşina olduğumuz müzik hastası dükkan sahiplerinin tekelinden çıkarak “E-Bay”, “Gitti Gidiyor” gibi internet satış siteleri üzerinden yapılan, insan faktörünün önemsizleştiği basit, mekanik bir alışverişe dönüşüyor. Bu bağlamda internet, sanal ortamda müzik paylaşımına olanak sağlayarak orijinal CD satışı ve dolayısıyla büyük müzik mağazalarının kazancına darbe vurduğu gibi, bağımsız plakçıları da bir ölçüde olumsuz yönde etkiliyor.

Tam da böyle bir dönemde İstanbul, bir ‘eğlence megastore’u kapsamında muhtemelen tarihinin en büyük müzik merkezine ‘kavuşuyor’. Dünyanın en büyük mağazalar zincirlerinden Virgin Megastores, İstiklal Caddesi’nde 1930'lı yılların ünlü Saray ve Lüks Sinemaları'nın bulunduğu Sin-Em Han ve bitişiğinde tarihi Saray Muhallebicisi'nin hizmet verdiği binayı da kapsayan 25,000 metrekarelik alanda İstanbul şubesini açıyor. Avrupa, Amerika, Asya, Avustralya, Ortadoğu ve Karayip Adaları'nda faaliyet gösteren Virgin Megastores, 2005 yılında Lübnan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır'da tam 11 ayrı mağazaya ulaşmış. Virgin Megastores genel olarak kolay bulunamayan müzik CD'leri de dahil neredeyse aranılan herşeyin bulunabileceği iddiasıyla yola çıkan bir işletme.

Ancak ‘yerel esnaf’ bu ‘beklenen misafir’ karşısında pek de kaygılı değil. Atlas Pasajı’nda, Avrupa yakasındaki plakçıların önde gelenlerinden ‘Deform Müzik’ten Emekcan Tülüş’e göre kendilerini sık sık ziyaret eden müzik müşterisinin, Virgin’de her aradığı plak ya da CD’ye ulaşma olasılığı çok az. “Virgin yeterli miktarda satamayacağını düşündüğü malı getirtmeyecek kadar sağlam piyasa araştırmaları yapabilen bir şirket. Türk müzik müşterisine genel olarak çok zor bulunan albümleri getirtecek kadar itibar ettiğini sanmıyorum” diyor. Zaten Virgin’in, neredeyse diğer bütün şubelerinde olduğu gibi İstanbul’da da müziğin yanında video, oyun gibi diğer kültürel ürünler ve PC, cep telefonu, wi-fi, TV gibi dijital iletişim araçlarının satışına ağırlık vermesi, hedef kitlesi olan ortalama genç müşteri profiline bakıldığında işten bile değil. Tülüş, hal böyle olunca Virgin Megastore’un İstanbul plak ve diğer orijinal müzik müşterisine fazla bir hizmet sağlayamayacağı gibi, kendi işletmelerine de büyük bir rakip olamayacağını vurguluyor.



Tülüş’ün internet üzerinden bedava müzik paylaşımı konusundaki görüşleri de hayli ilginç. Ona göre Mp3 devriminin, sürekli plak ya da CD müşterisi için pek de olumlu bir getirisi yok: “Yapılan bazı araştırmalar, internetteki müzik paylaşım sitelerini, müziği dinlemekten çok keşfetmek açısından bir araç olarak görenlerin sayısının oldukça fazla olduğunu ortaya koyuyor. Bu kişiler paylaşım sitelerinden indirdikleri müzikleri beğenirlerse, orijinal formatlarında satın alıyorlar. Sanal paylaşım ne kadar yaygınlaşırsa yaygınlaşsın, halen müziği daha iyi teknolojilerle kaydedilmiş biçimde dinlemeyi tercih eden insanlar var.”

Ancak bu insanların sayısı genel müzik müşterisiyle karşılaştırıldığında tabii ki çok az. On beş yıldır Kadıköy Akmar Pasajı’nda alternatif müzik düşkünlerinin uğrak yeri olagelmiş Zihni Müzik Merkezi’nin sahibi Zihni Şahin, Deform Müzik gibi İstanbul’da genel plak müşterisi yanında, özellikle koleksiyonculara yönelik plaklar da satan az sayıdaki plakçıdan bir tanesi. Ona göre Türkiye’de plak koleksiyonculuğu ve genel olarak plağa olan talep son 1,5 yılda gözle görülür bir biçimde artmış: “Bunu gelip geçici bir trend olarak görmekte fayda var. Ancak plağa olan talep ya da plak müşterisi asla tamamen ortadan kalkmaz.”

Şahin, İstanbul’da düzenli olarak plak alan dinleyicilerin sayısının 300 kişiyi geçmeyeceği görüşünde. Türkiye genelinde de bu rakam en fazla 1000 olsun diyor. Bu da genellikle müzik düşkünlüğünden ziyade en üst düzeyde ses kalitesi arayan, genellikle orta yaşlı ve maddi olanakları neredeyse sınırsız bir kesim. Yani müziğin özü için plağı tercih edenler yine konvansiyonel plak müşterisi profilinin dışında kalıyor.

İnternet üzerinden müzik paylaşımının müzik satışını genel olarak olumsuz etkilediğini kabul eden Zihni Şahin, asıl sorunun ise müzik endüstrisinin dünya genelinde ve özellikle Avrupa’da empoze ettiği astronomik fiyatlar olduğunu söylüyor: “Müzik endüstrisine düşen görev CD fiyatlarını aşağı çekmek. Müzik alıcısı yüksek fiyatlar yüzünden sömürülüyor. Önüne geçilemeyen müzik paylaşımı fenomeni fiyatlar düşürüldüğü takdirde satışları çok da olumsuz etkilemez. Müzik paylaşımı müzik müşterisinin başına gelen en güzel şey. Endüstri isterse satışı paylaşımdan en az etkilenecek şekilde tekrar verimli kılabilir.”

Öyle görünüyor ki, ‘sözde değil özde müzik’ dinleyenlerin geleneksel tercihi plak, dünyada olduğu gibi Türkiye ve İstanbul’da da giderek iyice varlıklı bir kesimin tekeline giriyor. Bu noktada belki internetin müzik erişimini demokratikleştirdiğine yönelik argümanlara da bir nebze olsun kuşkuyla bakmanın zamanı. Çünkü internet ve sanal paylaşım teknolojileri, dinleyicinin müziğe erişimini hiçbir zaman olmadığı kadar kolaylaştırarak sermayenin müzik üzerindeki tekelini kırarken, müzik endüstrisi orijinal kayıtların fiyatlarını yüksek tutarak aldığı karşı önlemlerle, kitlelerin müziği kaliteli formatlarda, iyi şekilde dinleme olanağını elinden alıyor. Başka bir deyişle sermaye müzik üzerindeki hegemonyasını nicelikten niteliğe kaydırıyor; daha önce görece makul fiyatlara daha fazla kişinin edinebildiği iyi, kaliteli kayıt teknolojileri artan oranda metalaşıyor. Müzik endüstrisi, böyle bir ortamda fetiş özelliği gittikçe daha da öne çıkan orijinal kayıt teknolojilerini muhtelif şekillerde sömürüyor. İğneyle, hatta lazerle bile ruh çağırmak, ruhsuzluğun birinin bin para olduğu bir dönemde ziyadesiyle meşakkatli bir uğraşa dönüşüyor.

[1] Cumhuriyet; 12 Temmuz 1995
[2] 1997; 12

*Tarih Vakfı İstanbul Dergisi - Ekim 2006

13 October 2006

20. Yıldönümünde C86: Akım Mı Bokum Mu?*

1980’li yıllar bütün dünyada pop ve rock müzikte, elektronik altyapı ve rap müzikte ifade olanağı bulan sampling teknolojisinin neredeyse tamamen egemen olduğu bir dönemdi. Punk sonrası dönemde, 1960’lardan beri pop ve rock müziğin belirleyici enstrümanı olagelmiş gitarın işlevi oldukça azalmış gibi görünüyordu. Bununla birlikte, 1970’li yılların sonlarından itibaren genellikle ‘post-punk’ ve türevi akımlar dahilinde değerlendirilen birçok grup, gitarın artan oranda yeraltına inmesine ortam hazırladı. Müzik endüstrisinin eskisi kadar rağbet etmediği daha organik bir müzikal altyapıya aslında son derece yenilikçi yorumlar getiren bu gruplar, zamanla kendi dillerinden anlayacak bağımsız plak şirketlerinin de açılmasıyla daha fazla müzikal ifade olanağı bulmaya başladılar. Bugünkü anlamda bağımsız (independent ya da indie) müziğin ortaya çıkmasıyla eşzamanlı olarak da nitelenebilecek bu gelişmeler, gitarlı müziği bir anlamda tekrar popülerleştirecek Seattle grunge hareketinin ortaya çıkacağı 1991’e kadar, kategorize edilmeye pek de müsait olmadığı halde sürdü.

İşte İngiltere’nin önde gelen müzik dergilerinden NME, hazırladğı ‘C86’ adlı toplama kaseti tam da bu dönemin ortalarında, 1986 yılında okurlarına hediye etti. Kaset 1980’lerin ortalarında gitarlı müzik yapan 22 yeni grubun 22 şarkısından oluşuyordu. ‘C86’ ise o sırada birçok kasetin üzerinde bulunan ve kasetin uzunluğunu belirten C30, C60, C90 gibi ibarelere bir göndermeden öte bir anlam taşımıyordu. Kasette yer alanlar arasında Primal Scream ve The Wedding Present gibi daha sonraki yıllarda adlarını çok daha geniş kitlelere duyuracak isimlerin yanında, The Mighty Lemondrops, McCarthy, ve Close Lobsters gibi 1990’lara gelindiğinde müzik dünyasından eli eteği çekmiş olacak çok sağlam gruplar da vardı. Ancak bu grupların çoğunun, gitar, bas ve davuldan oluşan konvansiyonel rock/pop grup altyapısına yeni bir yorumla sahip çıkmalarının dışında çok da fazla ortak noktası yoktu.

Yine de C86 ibaresi, özellikle son yıllarda ABD ve İsveç başta olmak üzere, alternatif müzikte ‘lo-fi’ estetiğinin rağbet gördüğü birçok yerde homojen bir akımın adıymışçasına değerlendirilmeye başlandı. Son dönemlerde birçok yayında Belle And Sebastian, Camera Obscura, Gentle Waves, V-Twin gibi grupların tarzından bahsedilirken C86’e vazgeçilmez yakıştırmalardan biri olarak rastlamamak mümkün değil. Durum böyle olunca her şeye rağmen C86 fenomeninin kökeninde bazı ortak özellikler aramak söz konusu oluyor.

Yurdumuzda sansürden nasibini ziyadesiyle almasıyla ünlenen “Seks İsyanları: Toplumsal Cinsiyet, Başkaldırı ve Rock’N’Roll” kitabının iki yazarından biri olan Simon Reynolds, 1980’lerin sonunda Melody Maker’da C86’yı, Britanya’da Thatcherizm’in körüklediği iş ve para merkezli ‘yuppie’ bir hayat anlayışından kaçış, sisteme karşı bir tür çocukluğa dönüş olarak niteliyordu. Dönemin Talulah Gosh, Field Mice gibi gruplarının büyük ölçüde minimal ve nahif tınılarında bu durumdan bahsetmek pekala mümkündü.

Ancak C86 adı altında değerlendirilen grupların soundları bu tür genellemeleri aşacak kadar çeşitliydi. Liriksel açıdan apolitik olarak nitelenebilecek grupların sayısı oldukça fazla iken, The Wolfhounds ya da özellikle “I Am A Vallet” albümüyle ölümsüzleşen, Stereolab elemanı Tim Gane’in eski grubu McCarthy gibi radikal Marksist oluşumlar da aynı akım içinde kabul edilebiliyordu.

Yine dönemin önemli müzik yazarlarından Everett True ve Alistair Fitchett’e göre de C86’ten bir akım olarak söz etmek oldukça zordu. True birçok C86 grubunun sound’unun kökenini oluşturan gruplara yer verdikleri NME kaset serilerinin birincisi olan 1981’de dağıtılan C81’in her açıdan daha haysiyetli bir toplama olduğunu söylerken, yazılarından aşina olduğumuz aksi ve müstehzi tavrıyla C86 kasetinde yer alan gruplardan birçoğunun üyelerinin Londra’ya geldiklerinde geceyi evinde geçirmelerinden yakınıyordu! Fitchett ise C86 hakkında kopartılan yaygarayı gazetecilik mesleğinin çelişkilerinin bir uzantısı olarak görüyor ve şöyle diyordu:

“[Kasetteki Gruplar arasında] belirleyici bir sound bile yoktu. Bana göre C86 sadece birbirinden çok farklı unsurlar içeren ve synthesizer ya da sampler kullanmayan gruplardan mürekkep bir toplamadan ibaretti. Kaset belki de hip-hop’u bağrına basmamakta direnen bir grup NME yazarının bir tür misillemesiydi. [Bu noktada 1987-9 yılları arasında NME’nin, Melody Maker’dan farklı olarak Public Enemy ve De La Soul klasiklerini, fazla tereddüt etmeden yılın albümü seçtiğini not etmek gerek. E. N.] Ve hepimizin bildiği gibi gazetecilere asla güvenmemek gerekir. Elbette gruplar arasında aslında var olmayan bazı bağlantıları kurmak cezbedici birşeydir. Bu, nerede yazarlarsa yazsınlar, müzik yazarları için o zaman olduğu gibi şimdi de doğruluğunu koruyan bir gerçek. Akımlar uydurmak ya da onları abartmak ve daha sonra onlara ait olduğumuzu duyurmak, esasında ‘pop’ bir tavırdır. Pop ve rock hem aidiyet duygusundan, hem de ironik bir biçimde elitizm ve izolasyondan ibarettir.”[1]

Her şeye rağmen, C86 ibaresi ile özdeşleştirilen bir çok erken indie grubu, bugünkü denklerini derinden etkilemeleri ve 1980’lerin sonlarında ortaya çıkan Sarah, Heavenly ve tabii ki en önemlisi Creation gibi plak şirketleri çevresinde şekillenen ‘shoegazer’ akımının öncüsü olması bakımından ilgiyi ziyadesiyle hak ediyor. C86 Pop ve rock müziğin iyice kıyıda köşede kalmışından hoşlananlar için hala sağlam bir referans noktası olmayı sürdürüyor.


[1] http://www.tangents.co.uk/tangents/main/2002/nov/c86.html

*Bant - Ekim 2006